Düşler Ovası Dediler Ki... Parov Stelar - Electro Swing Ondan Sorulur! Banshee - Karanlık Bir Kasaba Hikayesi The Time Traveler's Wife - Zaman Yolcusunun Karısı

14 Kasım 2012 Çarşamba

Gabriel García Márquez - Şili'de Gizlice


Gabriel García Márquez imzasını taşıyan, Şilili yönetmen Miguel Littin'in hayatının bir bölümünün anlatıldığı enfes bir kitaptır Şili'de Gizlice. Miguel Littin, Şili'de Augusto Pinochet'in yönettiği 1973 askeri darbesinin ardından sınır dışı edilen pek çok kişiden biriydi. Littin, başbakan Salvador Allende'nin yanında yer alan, ülkenin önde gelen yönetmenlerinden biriyken, askeri darbe sonrasında askerlerin elinden son anda kurtulmuş ve Avrupa'ya kaçmış ailesiyle. Adını, ülkesine bir daha asla dönemeyecek sürgünlerin arasında, kara listede görünce yapacağı tek şey kalmış: Şili'ye gizlice girmek.


Avrupa'da bu süreçte yapılanan darbe karşıtı oluşumun da yardımını alarak 1 ayda aksanını, dış görünüşünü ve kimliğini değiştirip ülkeye giriş yapar Littin, artık Uruguaylı bir işadamıdır. Yandaşlarıyla birlikte tek amacı, askeri yönetimin ülkede yaptıklarını kayda almak ve bir belgesel çekebilmektir. Pek çok ülkeden farklı film ekibi Şili'nin birçok bölgesine dağılır ve Miguel Littin'in gizli yönetmenliğinde görüntüler çekerler. Öyle ki, Pinochet'in odasına bile girmeyi başarırlar.

İşte bu anlatı da yaşanan bu sürecin kağıda dökülmesi, kaybolan sayısız Şililinin anısına. Oturup 1 hafta boyunca konuşmuş Márquez ve Littin. Miguel Littin'in betimlemeleri şahane, Márquez, "ben pek müdahale etmedim, aslına sadık kalarak yazıya aktardım" dese de, onun büyülü kaleminin Miguel Littin'in cümlelerine dağıldığı apaçık. Yaşanmış, tüm çıplaklığıyla yazılmış enfes bir anlatı bu kitap, akıp gidiyor. Askeri darbeyle yönetilen bir Latin Amerika ülkesinin özgürlük hareketini Gabriel García Márquez'in kaleminden okumak çok güzel, meraklısı kaçırmasın.


5 Kasım 2012 Pazartesi

Biz Eskiden


“Biz küçükken topaç çevirir, çelik çomak oynardık, fazla oyuncağımız yoktu. Siz, şimdiki nesil, çok şanslısınız.” cümleleri size de tanıdık geliyor mu? Bir şeyden şikayet ettiğinizde, oyuncağınızı korumayıp kırdığınızda, beğenmeyip daha iyisini istediğinizde, mutlaka benzer şeyleri duymuşsunuzdur. 90’larda büyüyen her çocuk, teknolojinin evrilmesine şahit olmuş, bu geçiş sürecinde kafası karışmış, “Atari istiyorum, sanal bebek benim olacak, yeni Lego’lar çıkmış ondan alalım!” naralarıyla çarşıda, marketlerde zıplayan, anne babasını peşinden koşturan haylaz bir çocuktur. Yeni çıkan her şeyin, üstelik henüz sanal dünya böylesine gelişmemişken, bu derece hızlı yayılıp fenomen haline gelmesi ve yıllar geçmesine rağmen unutulmaması 90’lı yıllara özgü, enteresan bir durumdur.

İnternetin hayatımızda şimdiki gibi büyük bir yeri ve önemi yokken, cep telefonlarımıza ve bilgisayarımıza henüz bağlanmamış, haberleşme araçlarımız ev telefonları ve mektuplarken, televizyon elbette ki günlük yaşantımızda en büyük yeri kaplıyordu. Sabah “Sabah Şekerleri” ile güne başlanıyor, gündüz kuşağı programları ve pembe dizilerle gün devam ediyor, akşam aile toplandığında çay, patlamış mısır ya da kestane eşliğinde yerli dizi izleniyordu. Süper Baba’yı izlemek için Cuma akşamını iple çekmeyi, Pazartesinin gelmesini sevdirebilecek tek durum olan Pazar akşamlarının efsanevi dizisi Bizimkiler’i, Salı akşamlarının vazgeçilmez dizisi Mahallenin Muhtarları’nı hayatımızda bu derece izler bırakmışken kim unutabilir ki? Hele ki 90’lı yılların çocukları, eğer ki kış gelince sokağa çıkamıyor ve evde oturmak zorunda kalıyorsa, Hugo’nun ailesini kurtarmayı, Tsubasa’nın şahane gollerini, Alf’in esprilerini, Şeker Kız Candy ile gözyaşı dökmeyi, Heidi‘nin Alpler’den Frankfurt’a uzanan yolculuğunu, Red Kit’in Düldül’ünü, kötülerle savaşan Ninja Kaplumbağalar’ı, Casper’i, Jetgiller’i, He-Man’i, Şirinler’i ve daha nicelerini nasıl unutsun ki? Hele bir de hafta sonu Barış Manço’yla ıspanak yemeyi sevmek, dişleri fırçalamayı öğrenmek, şarkı söyleyip 10 puanı hak etmek ve üstüne bir de dünyayı gezmek vardı ki, söyleyin nasıl unutulsun?

90’lı yıllarda televizyon ve müzik dünyasında çok fazla şey yaşandı. Günümüzün televizyon ve müzik kültürünün oluşmasını sağlayan düzen aslında o yıllarda gelişti. Türk halkının dizi izlemeyi sevmesi 80’lerde Küçük Ev, Mavi Ay, Yalan Rüzgarı, Kara Şimşek gibi ithal dizilerle ve Türk edebiyatının baş yapıtlarının televizyona uyarlandığı Çalıkuşu, Aşk-ı Memnu, Yaprak Dökümü dizileriyle başladı diyebiliriz. 90’lar geldiğinde televizyon artık her eve girmiş, yerleşmiş, evin adeta bir ferdi haline gelmişti. Trt’den sonra özel kanalların birer birer açılmaya başlaması ve sektörün hızla yükselen ekonomik değeri, beraberinde yeni iş kapıları açtı: Dizilerde oynamak/yapımında rol almak ya da şarkıcı olup klip çekmek. Her iki durumda da sonuç “televizyona çıkmak” oluyordu. Hal böyle olunca 90’larda televizyonculuk önü alınmaz bir yükselişe geçti. Kanallar dizilere, gündüz programlarına ve gece yayınlanan “talk show”lara büyük yatırımlar yaptı. Cem Özer’le Laf Lafı Açıyor, Okan Bayülgen’in keşfedildiği Gece Kuşu, Türk televizyon tarihinde gece yayınlanan şov programlarının başlangıcı sayılır. Tabi bir de haber programlarını unutmamak lazım; gazeteci Uğur Dündar’ın önemli haberlere imza attığı Arena, Ali Kırca’nın hala devam eden tartışma programı Siyaset Meydanı, Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün’ü, bir zamanların gündemden düşmeyen haber sunucusu Reha Muhtar ve onun da modaya uyup yaptığı Ateş Hattı ve şüphesiz ki, hala herkesin hatırladığı, mağaralardan, köylerden ilginç haberler toplayan Saadettin Teksoy’un efsanevi programı Teksoy Görevde, günümüzde internet arşivciliği sayesinde unutulmaz anları ile zaman zaman yeniden hatırlanıyor.

Müzik sektörünün gelişmesi de televizyon ile paralel bir süreç izledi. Önceleri yalnızca radyolar sayesinde tanınan sanatçılar, televizyonun gelişmesi ve Amerikan kültürünün tüm dünyaya kazandırdığı “klip” çalışmaları ile şarkılar işin profesyonelleri tarafından çekilen görüntüleri eşliğinde televizyonda yayınlanmaya başlandı. Güncel müzik, nam-ı diğer pop müzik, 90’larda tam anlamıyla zirve noktasına ulaştı. Yonca Evcimik, Serdar Ortaç, Kenan Doğulu, Hakan Peker, İzel-Çelik-Ercan, Harun Kolçak, Sertab Erener, Levent Yüksel, Tarkan ve ismini saymak isteyip satırlara sığdıramayacağımız daha birçok isim 90’larda kasetleri ve klipleriyle her yerde karşımıza çıktılar. Bir yandan “unutulmaz şarkılar” diye adlandırılan şarkılar ardı ardına geliyor, bir yandan da bazı yapımcıların dikkat çekmek uğruna müzikten anlamayan kötü sesli şarkıcılara yaptıkları albümlerle piyasa kirleniyordu. Bugün baktığımızda, 90’larda çıkan çoğu şarkıcı hala müziğe devam ederken, tutunamayanlar tarihin tozlu sayfalarına gömülüp gitmekten kurtulamadılar. 

Teknolojinin yaşadığımız çağları değiştirdiğini yılları dönemlere ayırdığımızda daha net görmek mümkün. İnsanlık geliştikçe, çağlar da gelişti, değişti; bugün küçücük bir çipe sığan bilgiler, zamanında raflarda dosyalar halinde saklanıyordu. Hal böyle olunca, eskide kalmış, unutulmaya yüz tutmuş birçok şey birikiyor. Kasetten şarkı dinlemek, bant bozulduğunda kalemle sarmak, “internetten indirmek” deyimi henüz olmadığından radyo başında sevdiğin şarkıyı beklemek milenyum çağına kadar normal bir şeydi. 2000’lerde doğan çocukların anlatılacak bu tür şeylere yabancı kalması, size de tuhaf gelmiyor mu? Ne kadar yeni çağ sürecinde bu geçişleri yaşamış olsak, çabuk adapte olduğumuzu söylesek bile, geçmişin değerli olduğunu, bu yüzden de unutamadığımızı kabul edelim. 

“Bilgisayar çağı”nda çocukların eve kapandığı, herkes tarafından ısrarla söylenen biten komşuluk ilişkilerinin kimse tarafından düzeltilmeye çalışılmaması, geniş ailelerin önce çekirdek ailelere, sonra da parçalanan ailelere dönüşmesi, yaşadığımız çağın olumsuzlukları. 90’larda çocuk olmayı doya doya yaşamış biri olarak, sokakta sek sek oynamadan, “dokuz taş”ta mermer taşlarını topla devirip sonra da dizmeye çalışmadan, lastik ipte akrobasi hareketleriyle bölüm geçmeye çalışmadan çocuk olmanın tam anlamıyla zevkine varılamayacağını düşünüyorum. Ne yazık ki, çocuklar bunlardan kopuk büyüyor artık. Elinde cep telefonu olan, yalnızca odalarındaki bilgisayarla arkadaşlık kuran çocuklar sizi de ürkütmüyor mu? 

Yaşadığımız şu çağda eski alışkanlıklarımız birer birer kayboldu; saatlerce sokakta top oynayan çocukların bağırışları milenyumun gelmesi ile yavaş yavaş azaldı, gazeteler kupon vermekten vazgeçti, mahalle arasında simit satan amcalar kayboldu, biz insanlar kendi içimize kapandık ve 90’ların ruhu bütünüyle kayboldu. 

90’lı yılların çocukları, büyüklerin her zaman dem vurduğu “eski ve güzel günler”in son dönemini yaşadı. 2000’lerle birlikte bir devir kapandı, başka bir devir açıldı. Şimdilerde, çoğalan olumsuzlukların arasında, kendi dünyalarımızda kendi 80’lerimizi, 90’larımızı yaratmaya çalışıyoruz hepimiz, bu anmalar hep ondan. Ancak o günleri geri getirmek mümkün değil; çok değiştik, başkalaştık, bambaşka bir çağa atladık. Bize kâr kalan, o günleri yaşamış olmak artık...


LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı