19 Şubat 2010 Cuma
17 Şubat 2010 Çarşamba
8 Şubat 2010 Pazartesi
The Time Traveler's Wife (Zaman Yolcusunun Karısı)
İşte böyle büyülü, garip bir film The Time Traveler's Wife. İçinde aşkın olmadığı bir an yok filmin. Ama aşk, gerçekten "aşk" gibi anlatılmış; sanki siz aşık olmuş gibi hissediyorsunuz. Aşk uğruna nelerden vazgeçilebileceğine ya da nelere dayanılabileceğine şahit oluyorsunuz.
Film, Audrey Niffenegger 'in aynı adlı romanından uyarlanmış. Başrolde Eric Bana ve Rachel McAdams var ve harikalar. Eric Bana'yı Troy, Hulk, Munich, The Other Boleyn Girl, Star Trek gibi önemli yapımlardan tanıyoruz. Bu filmde de, rolünün hakkını veriyor, yine içimizi eritiyor. Rachel McAdams, yine tüm şirinliği ve güzelliğiyle karşımızda. The Notebook 'ta çok sevmiştim oyunculuğunu, "zaman yolcusunun karısı" olarak hayranlığım daha da arttı ona.
Filmin başrol oyuncularını bir kenara bırakacak olursak, kesinlikle küçük oyunculardan bahsetmeliyiz. Rachel McAdams'ın küçüklüğünü oynayan Brooklynn Proulx ve çiftimizin kızını oynayan sevimli kardeşler Tatum Mccann ve Hailey Mccann muhteşemler. Yanımda olsalar, sarılmaktan nefesini kesebilirim bu sevimli yaratıkların. Oyunculukları konusuna gelince, kesinlikle içlerine yaşça çok çok büyük bir insan kaçmış diyebilirim, öyle yetenekliler ki, şaşırıyor insan. Ekranda gülümsemelerine hayran kaldım, gözümün önünden gitmiyor, sahi o nasıl bir gülüş öyle?
İnsanı fena halde çarpan bir film. Hatta yamultan demeliyim, sanırım biraz yamulmuş olabilirim. İzleyin, izlettirin.
Mutluluğun Resmini Mi Çizersin, Fotoğrafını Mı Çekersin?
"Bana mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin? " demiş Nazım Hikmet, Abidin Dino'ya sohbetlerinden birinde. Abidin Dino, buna karşılık şu satırları karalamış:
Kokusu buram buram tüten
Kokusu buram buram tüten
Martıların telaşı bambaşka
İşçiler gözler yolunu.
İnebilseydin o vapurdan
Ayağında Varnanın tozu
Yüreğinde ince bir sızı.
Mavi gözlerinde yanıp tutuşan
hasretle kucaklayabilseydim
seninle, bir daha.
Davullar çalsa, zurnalar söyleseydi
Bağrımıza bassaydık seni Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini
Başında delikanlı şapkan,
kolların sıvalı, kavgaya hazır
Bahriyeli adımlarla düşüp yola
Gidebilseydik Meserret Kahvesine,
İlk karşılaştığımız yere
Ve bir acı kahvemi içseydin.
Anlatsaydık
o günlerden, geçmişten, gelecekten,
Ne günler biterdi,
Ne geceler...
Dinerdi tüm acılar seninle
Bir düş olurdu ayrılığımız,
anılarda kalan.
Ve dolaşsaydık Türkiye'yi
bir baştan bir başa.
Yattığımız yerler müze olmuş,
Sürgün şehirler cennet.
İşte o zaman Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini
Buna da ne tual yeterdi;
ne boya...
Resmini çizmemiş Abidin Dino mutluluğun; ya da belki tüm resimlerinde mutluluğu anlatmıştır bize gizliden. Belki de resim çizmek başlı başına bir mutluluktur, kim bilir. İnsanın kendi eliyle bir şey yaratması ve dünyaya sunabilmesinin adı mutluluktur.
Peki biz ne yapıyoruz mutluluk için? Nasıl tarif ediyoruz onu? Resmini mi çiziyoruz, fotoğrafını mı çekiyoruz yoksa? Teknolojik çağın nimetlerine kapıldık gidiyoruz, resimmiş, sanatmış, hak getire. Cep telefonlarımız, dijital fotoğraf makinelerimiz elimizde, bol bol poz veriyoruz kadraja. Belki sahiden kahkaha atıyoruz, mutluyuz, gülüyoruz. Belki de güzel çıkmak, mutlu görünmek için birilerine, yalandan gülümsüyoruz. Biz mutluluğu fotoğraflıyoruz artık, ele güne nispet olsun diye.
Arkadaşlık siteleri, video paylaşım siteleri, profillerimiz, her şeyimiz sanal dünyada kayıtlı artık. Fotoğraflarla yaşıyoruz orada. Başka yaşantımız daha var, başkalarının izlediği. Bazen mutluluğu, bazen hüznü fotoğraflıyor, o "diğer" yaşantımıza ekliyoruz. Beğenilmek, takdir edilmek, takip edilmek istiyoruz, hoşumuza gidiyor.
Ya gülen insanlar görüyorum ben o profillerde ya da ağlayan. Arası yok sanki, insanlar aşktan gülüyor ya da ağlıyor; sanki dünyada ondan başka bir şey yokmuş gibi... Duygularını mimiklerle değil, piksellerle anlatmak istiyorlar. N'oluyoruz yahu? Neler oluyor bize? Bu kadar mıdır her şey, bitti mi yani? "Çok mutsuzum ben, tamam." Herkes bilsin diye, ilan ediveriyoruz mutsuzluğumuzu hemen. Bilsin de, mutlu etsin diye birileri. Bazı filmlerde eleştirilen 'mesaj verme kaygısı' içimize işlemiş adeta. Cep telefonlarından çok şükür uzaklaştık derken, daha fena bir şeye yakalandık.
Bazen durup dışarıdan bakıyorum kendime, yani profillerime. İnsanlara sunduğum profilin aslını merak ediyorum. Ben gerçekten o fotoğraflardaki mutlu kişi miyim? Kendim olabiliyor muyum ki? Ne yapıyorum ben?
Ben, hala ben olmaya çalışıyorum. Mutluluğu her gün tarif etmeye çalışıyorum. Bak, bu mutluluktur diyorum kendime, bir şeylere şükrediyorum her gün, başka insan hayatlarını izledikçe. Sadece kötüsü ile değil, iyisi ile de karşılaştırınca da, aynı fikre varıyorum.
Mutluluğun resmini çizmek elimizde. Ne öyle büyük mevkilerle, ne de büyük meblağlarla. Yaratmak, mutluluğu sunmak hiç de zor değil aslında, bunu keşfettim.
Bu vıcık vıcık bir mutluluk yazısı değildir; zaten ben de "çok mutluyum ben lay lay lay! " diye ortalarda gezinmiyorum. Bu yazı, küçük aptallara ithaf edilmiştir; gözünü açıp da önündekini görmeyip, küçük sandığı büyük şeylerle yetinemeyen küçük aptallara. Aptal olmayın, çizin mutluluğun resmini, içinize bir ressam kaçmışçasına.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı
163745