Düşler Ovası Dediler Ki... Parov Stelar - Electro Swing Ondan Sorulur! Banshee - Karanlık Bir Kasaba Hikayesi The Time Traveler's Wife - Zaman Yolcusunun Karısı

29 Haziran 2010 Salı

Sil Baştan



"Birini aklınızdan silebilirsiniz, ama onu kalbinizden atmak başka bir hikayedir..."

Bilen bilir, Eternal Sunshine Of The Spotless Mind (Sil Baştan) filminden bir cümledir bu. İzleyenlerinin büyük çoğunluğunun -beni es geçin- hayranı olduğu film. Joel ve Clementine birbirlerini unutmanın mümkün olmadığını anladıkları anda, doğaya karşı gelerek, hafızalarında yer eden birbirleriyle ilgili bütün anılarını sildirmenin yolunu bulurlar. Lacuna Laboratuarı'nda, farklı zamanlarda derin bir uykuya yatarak hatıraları yok etmek isterler. Clementine bunu başarmıştır ama Joel aklından silse de kalbinden silemeyeceğini anlamış, derin uykuda onu hatıralarında yaşatmanın mücadelesini verir.

"Ben seni hep sevdim ama şimdi kendimi hatırlamıyorum. Tek hatırladığım sen ve seninle yaşadığım anlar..."

Lacuna Laboratuarı'nın yerini bilen var mı? Dr. Mierzwiak'ı tanıyanınız var mı? Hepimizin silmek istediği anıları var, hadi biri çıksın da versin adresi! Yok, yok, Montauk'ta değilmiş, araştırdım ben. Yok mu? Nasıl, öyle bir yer yok mu? Henüz o makine icat edilmedi mi? Sildiremez miyiz şimdi onları?

"- Joely? Ya bu sefer kalırsan?
  - Çıkıp gittim. Hiç hatıra kalmadı.
  - En azından gel de bir veda yarat. Vedalaşmışız gibi yapalım. Elveda, Joel.
  - Seni seviyorum."

Sildiremeyiz, doğru. Bazı hatıralar beynimizi kemirmeye devam edecek. Doğru, zaman zaman aklımıza gelip aşağıya doğru akıp, kalbe doğru baskı uygulayacak. Bu, her zaman böyle olacak. Biri gelecek, yerine yerleşecek, hiç gitmeyecekmiş gibi yapıp, bir gün dürtüleriyle hareket edip gitmekten söz edecek, hatta bunu hayata geçirip, yerinde bir boşluk bırakacak. Belki bunu isteyerek yapmayacak, yukarıdan birileri gelmesi için aklını çelecek ve o da gidecek. Ya da isteyecek gitmeyi, işine böylesi gelecek, yerini bir sızıya bırakıp başka bir hayata göz kırpacak, başkalarına gitmiş olacak. Ama olacak bunlar, öyle ya da böyle. Ve tüm bunlar yaşandığında Dr. Mierzwiak hala o laboraturı kurmamış olacak, kendi halimize bırakılacağız. Yani, bugüne kadar böyle olmadı mı?

" - Bekle.
   - Neden?
   - Bilmiyorum. Sadece bekle."

Joel ve Clementine'i izlerken milyonlarca kişi gibi ben de hafızamın bazı yerlerinin silinmesini dileyenlerdenim. Ama hepimiz biliyoruz ki, unutmak tek başımıza yapacağımız bir eylemdir. Zamanı da kişiden kişiye değişecektir, kimin ne söylediğine aldırmamak gerekir. Yaşamın herhangi bir anında, unutmaya engel olacak her türlü şey çıkacaktır yola. Ya çarpıp geçecek, ya da onun geçmesine izin vereceksiniz. Unutmak uzayacak, ömür kısalacak, akıl ve kalp ayrı yolu tutacak belki. Ama bu böyle olacak. Film, bunu kendi gözlerimizle görmemiz için yapılmış bir başyapıt adeta, sevmekte haklı herkes. Ama benim Eternal Sunshine Of The Spotless Mind'ı sevmememin sebebi, unutmayı sağlayacak öyle bir makinenin henüz icat edilememiş olmasıdır.

“Unutkanlar çok şanslıdır. Çünkü hatalarının dertlerini çekmezler.”

Bu yazıyı yazarken ve bu şarkı çalarken içime bir yumru oturmasaydı, olmazdı.

28 Haziran 2010 Pazartesi

Haftamı Şenlendirenler




Haftamın Kitabı: Bu hafta Jerome David Salinger'in -kendisi benim ziyadesiyle hayran olduğum yazarlardan biridir- Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar ~ Seymour Bir Giriş adlı kitabıyla haşır neşirim. Daha önceki öykülerinde ve kitaplarında bahsettiği Glass ailesinin yaşamından bir kesit sunuyor yine bu kitabında. Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz J.D Salinger'in ilginç bir yaşamı ve mümkün olduğunca az yayınlamayı tercih ettiği başyapıtları var. Ondan uzun uzun, sırf kendisine adayacağım bir yazıda bahsedeceğim. O yüzden şimdilik sadece, kitabın önsözüne "Yeryüzünde amatör bir okuyucu -yani okuyup geçen biri- kalmışsa eğer, tarifsiz sevgi ve minnetle, rica ediyorum ondan, bu kitabın ithafını dörde bölsün, karım ve çocuklarımla paylaşsın." diye not eklemiş büyük ustaya selam eder, isteğinin memnuniyetle yerine getirildiğini söylemeyi borç bilirim.

Haftamın Filmi: Bu kategori bu hafta kesinlikle Başka Dilde Aşk'a aitti. Son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden biriydi. Üstelik bunu Hollywood yapımı için değil de, bir Türk filmi için söylemek gerçekten umut verici. Birileri gerçekten Türk sineması için iyi bir şeyler yapmanın gayreti içinde. Son yazımda filmden uzun uzun bahsettim, okumanızı ve tabi ki filmi izlemenizi şiddetle öneririm.

Haftamın Albümü: Sagopa Kajmer ve Kolera'nın merakla beklenen 2. düet albümü Bendeki Sen raflardaki yerini aldı. Ben de sıkı bir Sagopa Kajmer dinleyicisi olarak albümü merakla bekliyordum ki yayınlanmış. Şimdilik henüz şarkıları sindirme aşamasındayım. Ama daha önceki albümlerinden tecrübeli olduğumdan, sindirdikten sonra nasıl dinlemekten kendimi alıkoyamadığımı bildiğimden; bu hafta şarkıları keşfetmekle meşguldüm. Büyük ihtimalle bu albüm de en sevdiklerim arasına girecektir. "Rap dinlemem, Sagopa Kajmer dinlerim" diyenlere keyifli dinlemeler.

Haftamın Dizisi: Ne zamandır bir sit-com takip etmiyordum. Doğaüstü olaylar, FBI olayları, aşk meşk dizileri derken, sit-com'dan bir hayli uzak kalmıştım ki, yaz tatiliyle beraber tatile giren dizilerden izlemediklerim arasından Rules of Engagement çıktı. İyi ki çıktı, çünkü gerçekten eğlenceli bir dizi. Evli çift Audrey ve Jeff, onların komşusu Jennifer ve yanına yeni taşınan nişanlısı Adam ile Adam'ın kadın delisi arkadaşı Russell'in ilişkiler üzerine garip olaylar ve komik diyaloglarından oluşan Rules of Engagement, yaz günlerinde vakit geçirmek için ideal, tavsiye ederim.

27 Haziran 2010 Pazar

Başka Dilde Aşk


Sizinle sadece işaret dili ve yazıyla anlaşabilecek birine aşık olsanız ne yaparsınız? Aşk her şeyi halledebilir mi? Başka Dilde Aşk bunu öylesine güzel anlatıyor ki, sırtınızı aşka dayadığınızda üstesinden gelemeyeceğiniz hiçbir şeyin olamayacağına inanıyorsunuz.

Filmin yönetmeni İlksen Başarır ve başrol oyuncusu Mert Fırat'ın aklına böyle bir konuda, böyle güzellikte bir senaryo yazmak nereden gelmiş bilemem ama, iyi ki de gelmiş. İşitme engelli bir adam ile çağrı merkezinde çalışan bir kadının zor ama bir o kadar da güzel aşkları ekranda o kadar  güzel duruyor ki, saatlerce izleyesi geliyor insanın. Evet, evet, ben bu filme gerçekten bayıldım.

Hikaye bu ya, çağrı merkezinde çalışan Zeynep, arkadaşlarının düzenlediği partide Onur'la tanışır. Gecenin sonunda Onur'un işitme engelli olduğunu ancak fark eder. Onur'un tavırları, sessizliği Zeynep'i öylesine etkilemiştir ki, geceyi birlikte geçirirler. Gecenin sonunda Zeynep, Onur'la yapamayacağını düşünür ve kaçar. Ancak birkaç gün sonra Onur'suz yapamayacağını düşünür ve birlikte olmaya karar verirler. Her şey bundan sonra başlar zaten. Bu sessiz ilişkiyi yürütmek için verilen çabalar, aşkın güzelliği, yan karakterlerin en az ana konu kadar sağlam hikayeleriyle filme bütünüyle bakılınca, dört dörtlük bir sinema filmi olmuş diyebilirim.

Film, aynı zamanda sosyal içerikli bazı konulara da el atıyor, ama zannetmeyin ki işitme engellilerin sorunları üzerinde yoğunlaşıyor; hayır. Onu, Onur'un yaşadıklarıyla naifçe anlatıyor, asıl vurguyu Zeynep'in çalıştığı çağrı merkezinden yola çıkarak, çalışanların sosyal haklarıyla ilgili konuda yapıyor. Aşkı, yaşamın içindeki tüm olağanlıklarıyla anlatıyor.


Başrollerinde Mert Fırat (Onur), Saadet Işıl Aksoy (Zeynep), Lale Mansur (Onur'un annesi) ve Emre Karayel (Aras) yer almakta. Mutlaka değinilmesi gereken bir nokta, Mert Fırat olağanüstü oyunculuk performansı. İşaret dilini, vücut dilini öylesine işliyor ki Mert Fırat, hayran olmamak elde değil. Böylesine zor ve inişli çıkışlı bir rolün altından başarıyla kalkmış, kutlamak gerekir. Semih Kaplanoğlu 'nun Yumurta, Süt ve Bal üçlemesinden tanıdığımız ödüllü oyuncu Saadet Işıl Aksoy da karaktere öylesine güzel hayat vermiş ki, ekranda oldukça doğal duruyor.

"Hiç konuşmadan anlaşabilir miyiz?" diye sorarken Zeynep, bu merakın onu itmesiyle, başka bir hayata dalıyor, aşkı aslında sessiz yaşayamayacağını görüyor. Hepimiz birinde aradığımız sakinliğin, aslında sakinlik olmadığını anlarız ilişki içinde. Aranan başka bir şeydir; bulunan, belki aranan, belki de başka bir şey. Başka dilde bir aşk yaşamak isteriz aslında her defasında, eskide kalan her şeyi unutturacak.

"sana büyük bir sır söyleyeceğim korkuyorum senden
korkuyorum yanın sıra gidenden pencerelere doğru akşam üzeri
el kol oynatışından söylenmeyen sözlerden
korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan korkuyorum senden
sana büyük bir sır söyleyeceğim kapat kapıları
ölmek daha kolaydır sevmekten
bundandır işte benim yaşamaya katlanmam
sevgilim."
                                  
                                                             Louis Aragon

26 Haziran 2010 Cumartesi

Adını Sen Koy


"Sevmesini de, gitmesini de bilenlere..." diyor Tuna Kiremitçi ilk sinema deneyiminde. Evlenme hazırlıklarını tamamlamak üzere olan Can ve Aybige ile Can'ın çocukluk arkadaşı Ilgaz arasında geçen bir aşk hikayesini anlatıyor: Can ve Aybige 6 ay içinde evlenmeye karar vermişler ve düğün için Eskişehir'e gelmişlerdir. Can, nikah şahidi olarak en yakın arkadaşı Ilgaz'ı çağırmıştır. Ilgaz, çocukken annesi ve babasını kaybetmiş, giderek daha da içine kapanık biri haline gelmiştir yıllar içinde. Tek bir yakını abisi Harun kalmıştır, o da kendisini ailelerini kaybettikleri trafik kazasından sorumlu tuttuğu için sağlığını kaybetmiş, akıl hastanesinde yaşamaktadır. Ilgaz, Eskişehir'e geldiğinden beri garip davranmakta, Can ve Aybige'den mümkün olduğunca uzak durmaktadır. Bunun derin sebebini de onu en yakından tanıyan abisi Harun çözecektir.


Filmin başrollerinde Can rolünü Ali İl, Aybige'yi Melis Birkan, IlgazCemal Toktaş ve Harun rolünü Ahmet Mümtaz Taylan canlandırmakta. Film, karakterler açısından oyuncu seçiminde başarılı, roller oyuncularda sırıtmıyor. Bol Eskişehir görüntülü, Eskişehir konulu bir film olmuş her şeyden önce. Tuna Kiremitçi'nin özellikle vurguladığı belli. Aslında İstanbul dışında bir yerde film izlemek kimi zaman güzel olmuyor değil. Neticede Türkiye, İstanbul'dan ibaret değil, birilerinin bunun hatırlattığı iyi oldu. Ancak filmin senaryosuna gelecek olursak eksikler göze çarpıyor. Diyaloglar sıradan, sade ve içten. Günlük konuşma diliyle yazılmış çoğu cümle, ağızda yabancı durmuyor. Zaman zaman komik, zaman zaman da havada kalan cümleler de yok değil. Hikaye karmaşık ve çözülemez değil ancak filmin sonuna gelirsek, eksik ve karmaşık kalmış bence. E ne oldu şimdi, bitti mi, halloldu mu her şey diye sorgular halde buluyorsunuz kendinizi. Belli ki seyirciye bırakılmak istenmiş bazı şeyler ama aradaki boşluklar dolmayınca, sonda derin bir çukurla karşılaşabiliyorsunuz. Filmin adının Adını Sen Koy olmasının sebebi bu kısım sanırım. Seyirciye kısaca ben yazdım, adını sen koy artık, denilmiş. Bunun haricinde Tuna Kiremitçi'nin romantik kaleminin etkileri filmde göze çarpıyor. Bazı kitaplardan alıntılar yapılıyor, aşk mektuplarının önemi vurgulanıyor, güzel sözler çarpıyor kulağa. Çekimleri ve oyunculukları açısından etkileyici bir film olmuş. Aşk, filmde buram buram, tabi aşk filmlerini sevenlere...

Gala gecesinde her bir koltuğa aşk mektubu bırakılmış. Mektuplar, filmde de önemli bir yer tutuyor, seyirciler için güzel düşünülmüş. İşte o mektuplarda yazanlar:

"canım .............................;
insanın kaderini değiştirecek kişiye rastlaması ne kadar zormuş.
bir sevdayı yaşamak için ne çok bedel gerekiyormuş.

mektubunda demişsin ki, "eğer bir gün ayrı düşersek beni de unut sevdamızı da
öylesi daha iyi olur, bu yürek sızısıyla yaşanmaz" demişsin.

ama ben senin gözlerine bir kez baktım, kokunu bir kez içime çektim,
ellerine dokundum nasılsa...

artık gittiğim her yer, gördüğüm her şey, söyleyeceğim her kelime senindir canım .....................

senindir şu kalbimde ne var ne yoksa.
biz kavuşsak da böyle, kavuşamasak da."

Bir Gün Size De Çıkabilir



Bu sabah Milyarder'i izlerken sandıktan çıkartılan bir hikaye:

Lüleburgaz çarşısında birkaç esnaf dükkan önünde sohbet ediyordu. Önlerinden bir Milli Piyango'cu geçti o sırada. Manifaturacı "Ne çoğaldılar bu Milli Piyango'cular böyle. Bir de dışarıdan geliyorlarmış buralara..." dedi laf arasında. Terzi Aydın "Bir çağıralım bakalım nereden gelmiş" diye Milli Piyango'cuya seslendi, sohbete başladılar. Milli Piyangocu ta İzmir'den gelmiş, Lüleburgaz'da talihlileri ararken ekmek parasını çıkarmaya çalışıyordu. "E ne kadarı kalıyor ki sana, onca teptiğin yola değiyor mu bari?" diye sordular merakla. "Yüzde sekizi kalıyor anca bize abi, geçinip gidiyoruz işte..." dedi, kolay gelsin dediler, gönderdiler. Piyangocu 5 metre ilerlemişti ki Terzi Aydın "O kadar yol gelmiş, boş çevirmeyelim" diyerek geri döndürdü piyangocuyu. 3 bilet seçti, uğurladılar piyangocuyu. İki bilete kızlarının adını yazdı, koydu cebine.

Terzinin çırağı, her sabah ustasının dükkana aldığı gazeteye göz atıyordu. O sırada Terzi Aydın, çırağının elindeki gazeteyi görünce piyango geldi aklına, "Getir bakalım  gazeteyi piyangoya bakalım" diye seslendi. Göz gezdirmeye başladılar rakamlara. Her bir bilete teker teker baktı Terzi Aydın. Biletin birindeyken, bir numarada durdu, bir daha baktı, gözlerini açtı, kapattı. Rakamlar tıpa tıp uyuyordu. Heyecanla fırladı yerinden, dükkanın içinde dört dönüyordu. Biletler bazı dönemlerde onda bir olarak basılıyordu o zamanlar. Terzi Aydın da elindeki bileti öyle zannederek iki yüz bin lira kazandığını hesap etti. Sakinleşince çırağına "Dur sen şimdi bunu kimseye söyleme, al bu bileti yengene götür, teslim et" dedi. Çırak bir koşudur tutturdu, Lüleburgaz sokaklarını arşınladı, koşa koşa eve gitti. Kapı açılınca müjdeli haberi bağıra çağıra ev ahalisine duyurdu. Evdeki bayram havası görülmeye değerdi...

Terzi Aydın, heyecandan yerinde duramıyordu. Dayanamadı, yan dükkana geçti. Manifaturacı Mehmet'e "Benim bilete ikramiye çıktı, iki yüz bin lira kazandım" deyiverdi. Sonra karşı dükkanda toplandılar. Orada da yayıverdi herkese müjdeli haberi. Sonra baktılar ki biletler onda birlik değil, çeyreklikti. Terzi Aydın iki yüz bin değil de beş yüz bin lira kazandığını anlayınca hepten duramadı yerinde, eve gitti. Evdeki bayram havası, festivale dönüşmüştü sanki. Herkesin hayali zengin olmak, kendi yağında kavrulan bir aileye kısmet olmuştu bu defa. O zamana göre çok iyi bir paraydı, evler arabalar almaya rahat rahat yeterdi.

İki ev aldı Terzi Aydın o parayla, terzi dükkanını kapattı, züccaciye dükkanı açmaya karar verdi. Aldı çırağını yanına, doğru İstanbul'un yolunu tuttu züccaciye dükkanına mal almaya. Dayadı döşedi dükkanı, lakin dükkanda durmaya pek hevesli değildi. Kumar tutkusu vardı Terzi Aydın'ın, acil iş yoksa kahvehaneye kumar oynamaya giderdi doğruca. Piyangoyu kazanmadan önce de böyleydi, ikramiye çıkınca daha da arttı bu tutku, dükkanda hemen hemen hiç durmaz oldu. Koca dükkanı çırağa emanet ediyor, bütün gün uğramıyordu. Çırak müşterilerle ilgilenirken çingeneler mal aşırıyordu dükkandan. Tek kişi yetmiyordu ama umrunda da değildi hani. Yavaş yavaş tükendi ikramiye. Hazıra dağlar dayanmazdı, öyle derdi büyükler ya, öyle de oldu. Elde avuçta pek bir şey kalmadı zaman içinde.

Şimdi sorarsanız Terzi Aydın'ı, kendi yağında kavrulmaya devam ediyor. Piyango öncesi en azından dükkan vardı, şimdi o da yok, bir terzide zanaatinden ekmek parasını çıkarıyor. 35 senede çok şey değişti, belki de Terzi Aydın her gün geçmiştekiler için pişmanlık duyuyor. Şimdi emeklilik yaşında hazır yiyecekken, gençlikte hazır yemenin, kötü alışkanlıklara kapılmanın pişmanlığını duyuyor. Yine de "hayat işte" deyip yaşamaya devam ediyor. İnsan, yaşadıklarından, okuduklarından, gördüklerinden dersler çıkarıyor hep hayatta. Bu hikaye de kıssadan hisse, kendince bir ders verir bizlere...

Not: Bu hikayedeki tüm yaşananlar ve karakterler gerçektir.


23 Haziran 2010 Çarşamba

Wimbledon'da Bir Türk


Yıllardır başkalarının  karşılaşmalarını izledik kortlarda. Çoğu zaman kıskançtım ben izlerken, tamam spor, tamam başarı, ama neden benim ülkemden birileri raket sallayamıyor o kortlarda, kolumuz yeterince güçlenmiyor mu, hep ayağa, potaya mı oynayacağız diye hayıflandım. Benim için bir turnuva, en az güzel maçlar kadar, millilerimizin oynadıkları maçlar derecesinde önemli ve izlenilebilir olur. Heyecan daha fazladır her zaman, maç izlerken kalp gümbür gümbür atsın isterim, o da ancak milli maçlarda olur.

Wimbledon'ı denk geldikçe ya da iddialı maç oldukça izleyenlerdendim ben de. Ya da hiç izleyemesem de, sonuçları arada bir takip edenlerdendim. Ama bu defa durum farklıydı. Bu defa bir Türk, tarihte ilk kez elemeleri geçerek turnuvada oynamaya hak kazanmıştı: Marsel İlhan

Pazartesi günü tecrübeli rakibi Brezilyalı Marcos Daniel ile karşılaştı Marsel. 2-0 geriye düştüğü maçı bırakmadı, sakinliğini sürdürdü, rakibini kızdırdı ve klas vuruşlarla maçı 3-2 almasını başardı. Yine tarihte ilk defa bir Türk, Wimbledon'da ikinci tura yükselmişti. Yıllardır beklenen, gerçekleşmişti nihayetinde. Bugün Marsel ikinci turda eşleştiği Victor Hanescu ile ikinci maçına çıktı. Yine 2-0 geriye düştü, üçüncü seti aldı, durumu 2-1'e getirdi. İlk maçı bildiğimizden umutlandık, ancak bu defa olmadı ve Marsel karşılaşmadan 3-1 yenik ayrıldı.

Wimbledon için kısa, Türk tenis tarihi için uzun bir turnuva oldu. 23 yaşındaki milli tenisçimiz Marsel İlhan sayesinde, teniste de başarılı olabileceğimizin sinyallerini verdik. Marsel henüz genç, ilerleyen yıllarda giderek gelişeceğinden ve başarılı olacağından eminim. Sakin ve kararlı yapısıyla, Atatürk'ün "Ben sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim." sözüne uyan bir sporcu. Önünde uzun yıllar var, kortlarda eskidikçe sıralamada yükselecek eminim ve Türkiye'ye tenisi çok daha fazla sevdirecek. Bu güzel turnuva için teşekkürler Marsel!

22 Haziran 2010 Salı

Haftamı Şenlendirenler





Haftamın Kitabı: Blog yazarları ve takipçilerinin yakında tanıdığı Pucca'nın kitabı "Küçük Aptalın Büyük Dünyası" raflardaki yerini aldı. Ben de sıkı bir Pucca Günlük okuyucusu olarak kitabı kütüphaneme ekledim, zevkle okumaya başladım. Blog yazarlarının boş işler yapmadığının büyük bir göstergesi Pucca, esprili biraz da ağzı bozuk tarzıyla okuyucuyu eğlendiriyor. Ama en önemlisi de çoğu okuyanın hislerine tercüman olması, herkesin kendinden bir şeyler bulması. Birinin bunları cesuryüreklilikle yazması gerçekten iyi oldu. Takipçisiyim.

Haftamın Albümü: En sevdiklerimden Nev yeni albümünü yayınladı, haftamı şenlendirdi. Bir Nev-i Alaturka ile sevilen eski şarkıları kendi yorumuyla kaydetti ve dinleyenlerinin huzuruna çıkarttı. Bugün yayınladığım yeni yazımda uzun uzun bahsettiğimden, kendimi tekrarlamam yersiz olacak. Favori şarkım, albümün çıkış parçası Mazideki Aşk. Dinleyin, dinlettirin.

Haftamın Dizisi: Her ne kadar 2 sezondur devam etse de Fringe, benim ilk bölümünü izleyip rafa kaldırdıklarımdandı. Yaz geldi, raftan indi ve başlandı izlenmeye. FBI ajanı Olivia Dunham, ona yardımcı olması için görevlendirilen Dr. Bishop ve oğlu, çeşitli bilimsel yönlü suç olaylarını çözmeye çalışıyor. Dizi bol heyecan ve atraksiyonla ve bilimsel öğeleriyle ilgi çekici gerçekten. 2. sezonda sona erdirilmesi düşünülürken, bol reytingden dolayı devam etme kararı alındı. Bu bile, bu diziyi izlemek için geçerli bir sebep. İzleyelim, görelim bakalım neler olacak...

Haftamın Filmi: Şimdi, bu film burada ne arıyor diyebilirsiniz. Evet, ben Romantik Komedi'yi daha yeni geçen gün izledim. Durun, bayılmadım, ölüp bitmedim! Sadece bizim alışık olduğumuz filmlerimizden farklı yönleri olduğundan ve çerezlik, eğlencelik bir film olduğundan, yani haftamı şenlendirdiğinden listemde. E bir de, birkaç sevdiğim oyuncuyu da bir arada görünce film gözüme hem çekimleri hem de oyuncularıyla hitap etti bile. O yüzden, idare eder deyip, geçebilirim.


Bir Nev-i Alaturka


Kulağımda bir şarkı çalınıyor şimdi: Sevmekten Kim Usanır. Nev söylüyor, ben kendimden geçiyorum. Uzun zamandır beklediğim ve epeyce merak ettiğim alaturka çalışması ile Nev, birkaç günlük tatil modunda iken ben ve birçok şeyden soyutlanmışken yayınlayıvermiş albümünü.  İzmir-Çorlu yolunda radyoda, albümün de çıkış parçası olan Mazideki Aşk parçası çalınmaya başladı. Birden yerimden sıçradım ve "Nev bu!" diye bir nara attım istem dışı. Evet, bizimkileri biraz korkutmuş olabilirim ama tamamen boş bir anıma denk geldiğinden. Çoktandır beklenen albümünü yayınlamış Nev, e olsun o kadar... Bu sabah hususi kalktım, hazır bizimkiler alışveriş merkezine yakın bir yere gidiyorken, ben de atlayıverdim arabaya, koşa koşa Bir Nev-i Alaturka'yı almaya. Zaten günlerdir sadece klip parçasını dinlemekten helak oldum, diğer şarkıları merak ediyordum, hasreti bitirdim bugün.

Nev ile tanışıklığım çoğu müziksever gibi Zor ile oldu. Yıl 2001 idi. O zamanlar bilgisayardır, mp3'tür olayları yeni yeni başlamıştı. Radyo dinlerdim bol bol, şarkı yakalamaya, rec ile play tuşuna basıp kasede kaydetmek için şarkı yakalamaya, karışık albümler yapmaya çalışırdım kendime. Bir arkadaşım bahsetti bir gün, radyoda bir şarkı çalınıyor sürekli 'Zor' diye, mutlaka dinle diye. Ve benim o şarkıyı radyoda bir kere dinlemem yetti. O sese de, o şarkıya da aşık oldum ben. O gün bugündür Nev, benim en sevdiğim sanatçıdır, müzisyendir, candır, adamdır. Herkesten özel tutarım ben o yüzden O'nu. Albümlerini gider koşa koşa alırım, indirmem. Hep destek, tam destek gerçek sanata, müziğe.

Nev, 24 Aralık 1968'de İstanbul'da doğdu. Aslen Karadenizli, Mavi adlı şarkısında da dediği gibi: "Ben denizci oğluyum, ben maviler yetimiyim, ben denizden bir damlayım, o yüzden gözyaşlarım tuzludur benim" Maviyi, denizi, denize karşı şarkı söylemeyi çok sevdi. Küçük bir çocukken önce mandolinle başladı müziğe, sonra gitara geçiş yaptı. Keşfetti, yazdı, söyledi. Liseyi Çamlıca Kız Lisesi'nde okudu. Kızların arasında olmayı, her röportajında da söylediği gibi, gözlemleyerek onlar hakkında yazmaya ve şarkılarında hayat bulmasına olanak sağladı. "Öyle ya, sen ondokuzunda koca bir kadındın" derkenki sitemi, hep bu yıllardan kalmaydı. İstanbul Üniversitesi İşletme Bölümü'nde okurken, 2.sınıfta elektro gitar eğitimine başladı, 5 ayın ardından sahneye çıktı, güneyde konserler verdi. Ünlü bir markada iyi bir iş pozisyonundayken de müzikten hiç kopmadı. 1995'te Hakan Özer, Kıvanç K. ve Tolga İnci'yle birlikte Chantage grubunda barlarda müzik yaptı. İş hayatında yapamayacağını anladı ve tamamen müziğe yönlendi. 2000 yılında Teoman'la birlikte turneye çıktı, aldığı güzel tepkiler sonucunda albüm çalışmalarını hızlandırdı. 2001 yılının Aralık ayında ilk solo albümü Her Şeye Rağmen'i yayınladı. Zor ve Efkarlı ile dinleyenlerini büyüledi. Cuma ve cumartesi geceleri Çubuklu ve Beyoğlu Hayal Kahvesi'nde program yapmaya başladı, eğlenceli ve yüksek performanslı sahnesiyle daha çok tanındı, daha çok sevildi. 2004 yılında Beyaz, Candan Erçetin ve Çilekeş'le birlikte Fanta Gençlik Festivali'nde Türkiye'yi dolaştı. Ardından Haziran ayında ikinci albümü Sen Gibi'yi yayınladı. Mühürlü Kaderim, Benmişim ve Sen Gibi'ye çektiği kaliteli kliplerle sık sık konuşuldu. Konserleri, bar programları ve tv programları devam etti. Ardından 2007 yılında Işığım ve Gölgem adlı üçüncü solo albümünü yayınladı. Diğer ilk iki albümünde olduğu gibi, bu albümde de şarkıları hep kaliteli ve sağlamdı. Televizyonda sadece müzik programlarında röportajlarıyla görünmeyi tercih etti. Magazindir, polemiktir, yanından bile geçmedi bugüne kadar. Geçen yıl Trt-1'de yayınlanan Liselerarası Müzik Yarışması'nda jüri üyeliği yaptı, gençleri yönlendirmek, onlara yardımcı olmak için orada olmaktan mutluluk duyduğunu sık sık vurguladı. Mucize Nağmeler adlı birçok sanatçının yer aldığı alaturka albümüne Kimseye Etmem Şikayet ile konuk oldu, aslında rock müziğin yanında Türk Sanat Müziği'nde ne kadar başarılı olduğunu, sesinin ne kadar elverişli olduğunu gösterdi. Aslında çok uzun zamandır aklında olan alaturka projesi için bütün bu olumlu yorumlar destek oldu ve sonunda beklenen yeni albümü Bir Nev-i Alaturka raflarda yerini aldı.

Bir Nev-i Alaturka'da Nev, söylemekten de, dinlemekten de keyif aldığı parçaları rock soundlarının altında Türk müziği ezgileriyle birleştirmiş. Kendi şarkılarında sık sık yapmayı sevdiği o nağmeler, asıl sahibi olduğu şarkılarda Nev'in alaturka gırtlağında yerine ne güzel oturmuş, dinlemek ayrı bir zevk veriyor. Sevmekten Kim Usanır, Mazideki Aşk, Denizde Akşam, Akşam Misafiri, Kimseye Etmem Şikayet, Ben Küskünüm Feleğe, Sensiz Olamam, Şimdi Uzaklardasın ve Ey Büt-i Nev Eda albümde ve Nev'in sesinde yeniden hayat bulan eşsiz şarkılardan. Albümün prodüktürlüğünü de Nev'e ait. Sanat danışmanı Hasan Esen, aranjeler Nev'in ve Kutal Gürkan 'ın elinden çıkmış. Albüm kaydı Amerika'da Sterling Sound stüdyolarında Tom Coyne tarafından yapılmış. Enstrümanların çoğunu Nev'in çaldığını söylemeden de geçmeyelim.


Nev, kendi deyimiyle de, nev-i şahsına münhasır biri. Sade kalmaya, kaliteli müzik yapmaya özen gösteriyor. Tasavvufla yakında ilgileniyor. Çaldığı birçok enstrümanın yanında, bir de ney çalıyor, tasavvufla ruhunu dinlendiriyor. Albümlerini arka arkaya piyasaya sürmek istemiyor, piyasa müziği yapmıyor, 3-4 yılda bir albüm çıkarıyor. Yaptığı şarkıların uzun yıllar eskimeyecek olduğunu, bu yüzden sık sık albüm yayınlamaktan kaçındığını vurguluyor. Bu sebeple ben de birçok seveni gibi yeni albümlerini de her defasında sabırla bekliyor, eski şarkılarını el üstünde tutuyor ve her defasında dinlemekten büyük zevk alıyorum. Yaptığın işe sadece emeğini değil, sevgini, yüreğini katınca ortaya hep böyle güzel işler çıkıyor istisnasız. Nev de benim için bunun en önemli kanıtı. Bu yüzden kendisine, müziğiyle ruhumu zaman zaman dinlendirdiği, zaman zaman da coşturduğu için teşekkürü bir borç bilirim.


20 Haziran 2010 Pazar

Bir Hikaye




Aşk bir silahtır, ya sizi korur ya da vurur. Bu da onun hikayesi. Bir arkadaşım yazdı, bana da yayınlamak düştü:

"Telefondaki sesi titrekti. Her halinden kötü bir şeyler olduğu anlaşılıyordu. ‘Anlat’ dedi genç adam ısrarla ve korkarak. Korkuyordu çünkü duyması muhtemel bu cümle hayatının akışını tersine çevirecekti. Yıllardır sürdürdükleri birlikteliğin bir anda biteceği korkusu sarmıştı vücudunu. Telefondaki ses hıçkırıklara boğulmuştu. Artık o da kendini tutamıyordu. Sanki yıllardır işlediği günahlar içinden çıkıveriyordu. Gözyaşları ile yıkamaya çalışıyordu ruhunu. Ruhu o kadar pislenmişti ki ağlamanın bile fayda etmeyeceğini bilmiyordu. ‘Bitti’ dedi genç kız. Biten sadece bir ilişki değildi. Biten iki hayattı aynı zamanda. Ve bu hayata bağlı diğer yaşamlar. Kaç kişiyi etkileyecekti bu karar kim bilir?...

‘Yanına geliyorum’ dedi adam. Bırakmazdı onu bu halde. Hiçbir zaman bırakmadı ki onu yüzüstü. ‘Canım’ demişti bir kere. İnsan canını bırakabilir miydi? Telefonu kapadığı gibi arabasına atladı. Gideceği yer belliydi. Son sürat gitmek istedi ancak yollar da hayatı gibi karmakarışıktı. Çukurlara gire çıka yorulmuştu. Ama biliyordu ki bu yorgunlukların hepsine değecek bir hayat kendisini bekliyordu. Ta ki o güne kadar. O gün ilk defa umutsuzluğa kapılmıştı. Yolda giderken güzel günleri değil de yaşayabileceği karamsar günleri aklına getirdi. Korktu. Korkuyla gaza daha fazla bastı...

Kız her şeyi bırakmıştı artık. Kararını vermişti. Yıllarca sevdiği adama ihanet etmenin günahını taşıyamazdı. Daha kötüsü sevdiği adama da taşıtamazdı. Neye üzüleceğine şaşırmıştı. Kendi hayatını bir gecede mahvetmesine mi, sevdiği adama bu acıyı yaşatmasına mı yoksa önceki gece birlikte olduğu adamın onu bir orospuymış gibi görüp yatağının ucuna para bırakmasına mı üzülecekti. Peki bundan sonraki hayatı da aynı bunun gibi mi olacaktı? Bundan sonra her sabah uyandığında yatağının başucunda sevimsiz kağıt parçaları mı görecekti?...

Genç adam iyice yaklaşmıştı. İki sokak sonra sevdiği kıza kavuşacaktı. Oturacaklar ve bütün sorunları halledeceklerdi. O garip huzursuzluğu atacaktı kafasından. Konuştuktan sonra sarılacaklardı birbirlerine. Belki de bir süre sonra gülüp geçeceklerdi. Söz vereceklerdi bir daha böyle ayrılmayacaklarına. Sonra tekrar sarılacaklardı. Kahvaltıları daha leziz olacaktı. Belki de ilk tanıştıkları kız kulesine gideceklerdi. Ya da aşklarının başladığı o güzel fransız sokağına. Adamın kafasında bunlar dönüp dolaşıyordu. ‘Tamam’ dedi içinden. Her şeyi düzelteceğim. Bundan önce de her şeyi düzelten taraf olması çok önemli değildi. Bu, onun hoşuna gidiyordu. Neler yapmamıştı ki daha önceden? Sadece sevdiği kız mutlu olsun diye uğraşmıştı. Başarmak üzereydi. Ufacık bir sıkıntı ve bir telefon görüşmesi bunları yıkamazdı...

Kız çekmeceden silahı aldı. Babasının emekli bir polis olması belki de ilk defa işine geliyordu. Baskıcı bir ortamda büyümesi onu bazı şeyleri yapmasına engel olmuştu. Babasından nefret etmiyordu ama bu baskıcı tutumundan da hoşlanmıyordu. Yazlıkta oldukları için de çok daha rahattı kız. İstediğini yapabilirdi evde. Hatta hayatına bile son verebilirdi. Bunu yapacak cesareti daha önce bulamamıştı...

Dışarıda çocuklar oyun oynamaya başlamıştı bile. Öğlen sıcağında nasıl bu kadar enerjik olduklarını anlamak güç. Ama anlamsız olan tek şey bu değildi şu hayatta. Üç harfli bir ‘aşk’ kelimesinin yıllarca neler yaptırdığını düşündüğümüzde aslında çocukların çok daha anlamlı işlerle uğraştığı görülüyordu. Neticede öğlen sıcağında top oynamayı bir çocuk ne kadar sürdürür hayatı boyunca? Peki bir insan hayatı boyunca ne kadar aşık olur? İki anlamsızlıktan birini bitirebilen birey diğerine karşı neden hep zayıf kalır?..

Adam eve gelmişti. Müstakil evin önüne park etmişti arabasını. Ev, ahşap ve eski bir yapıydı. İçinde kim bilir kaç nesil yaşamıştı. Önde dar bir sokak ve sokakta oynayan çocuklar. Arkada kocaman bir bahçe. İçinde türlü çiçeklerin olduğu güzel, yeniye nispet yapan bir yer. Adam kapıya vurdu. Açan yoktu. Bir kez daha şansını denedi, olmadı. İçeriye doğru seslendi, cevap veren olmadı. Sevgilisinin, çok önemli olmadığı sürece kullanmamasını istediği anahtarları cebinden çıkardı. Neticede ailesi ile yaşıyordu kız arkadaşı ve böyle bir yabancıda evin anahtarının olması garip kaçardı. Adam kapıyı zorlanmadan açtı. Kapı kilitli değildi. Evde olmadığını düşünüyordu ilk önce ama kapının kilitli olmaması içine daha büyük bir kurt düşürmüştü. Doğrudan salona gitti, kimse yoktu. Ardından oturma odasına geçti. Evin sokak tarafına bakan kısmına. Sevgilisi sol elinde babasının silahı, sağ elinde sevgilisinin ona aldığı ilk gül ile adeta onu bekler bir haldeydi. Yıllardır kuruttuğu gülü sımsıkı tutuyordu kız. Dikenleri eline batıyor olsa da acıyı hissetmiyordu. Ruhundaki acının yanında bu dikenin acısı ona şefkatli gelirdi. Sevgilisine son kez bakmadan ölmek istememişti. Ve artık içinde ölmek korkusu yoktu. Şimdi tam zamanıydı. Tek bir hoşça kal demesi yetecekti. Ardında bıraktığı mektup zaten her şeyi açıklayacaktı...

Adamın gözleri faltaşı gibi açılmıştı. ‘Yapma’ bile diyemiyordu. Sevgilisinin gözlerini hiç böyle görmemişti. Adam ilk defa bu kadar çaresizdi. Karşısında bambaşka biri vardı. O kişi de gördüğü en farklı insandı. Adamın ağzından ‘Lütfen’ çıkıverdi. Sadece ‘Lütfen’ deyiverdi...

Sokaktaki çocuklar kavgaya tutuşmuşlardı. Herhalde sıcağın da etkisiyle sinirleri gerilmişti. Bir sokak oyununda kavga edecek ne denli mühim bir olay olabilirdi ki? Kavga şiddetlenmişti. Birbirlerinin boğazına sarılan iki genci ayırmaya çalışıyordu diğer çocuklar. Tam bu esnada bir tanesi eline bir taş almıştı. O kargaşada karşı tarafa attı taşı. Taş çocuğu ıskalayıp karşı evin camından içeri girdi. Ardından da bir silah gürültüsü yankılandı mahallede. Çocuklar kadar büyükler de korkmuştu. Birkaç saniye sonra bir çığılık yükseldi evden. Bir kız avazı çıktığı kadar bağırıyordu. İki, üç kişinin sesi sanki bir kişiden çıkıyormuşçasına bağırıyordu...

Adam yere yığılmıştı. Göğsünün solunda müthiş bir acı hissediyordu. Ne olduğunu kendi de anlamamıştı ama aklından geçen tek şey sevgilisi için son bir şey yapmış olmasıydı. Bir huzur kaplamıştı içini. Sevdiği kız gözlerinin önünde giderken adeta bir taş kurtarmıştı hayatını ama kendi hayatını alıp götürmüştü. Taşın, kızın göğsüne çarpması ve kızın bir anda dengesini kaybedip tetiği çekmesi, kurşunun gidip göğsüne isabet etmesi. Hepsi masal gibiydi aynı aşkları gibi. Ama hepsi gerçekti aşklarından farklı olarak. Adamın kulağında çığlık sesleri ile karışık bir ilahi vardı. Her şeyin bittiğini düşündüren. Huzurluydu adam. İçindeki sıkıntı bitmişti. Son kez elini kaldırdı ve kızın yanağını okşadı. ‘Bekleyeceğim’ dedi adam. Sevdiği kadın onu bu hayatta bile bekleyememişken o bu lafı edebildi. Kadın ise bir kez öleceği yerde bin kez yıkıldı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktı..."

Cengiz Bahadır Özdemir

18 Haziran 2010 Cuma

Kemanın Dahi Çocuğu David Garrett




O'nun kemanının sesini duyduğunuzda önce bir silkelenip 'duyduğum bu tatlı ezgiler gerçek mi yoksa bilinçaltım bana oyun mu oynuyor?' diye düşünüyorsunuz, sonra kulaklarınızı kabartıp tüm bu seslerin gerçek hayatta var olduğuna kanaat getiriyorsunuz. Birkaç dakikada sizi o tanıdık şarkılarda tanımadığınız başka yerlere götürüyor, adeta bir müzik şöleni sunuyor David Garrett!

David Garrett daha küçücükken, dört yaşındayken, aslında babasının abisine hediye ettiği kemanla bir sene içinde kendi kendine keman çalmayı öğreniyor. 7 yaşında resital vermeye başlıyor, 13 yaşında 2. cd'sini kaydediyor. Şimdi 29 yaşında ve bugüne kadar 5 albüm, bir de konser dvd'si sığdırdı. Üstelik kariyerine bir de saniyede 13 nota çalarak Dünyanın En Hızlı Keman Çalan İnsanı olarak Guiness Rekorlar Kitabı'na girmeyi ekledi. Bazıları O'na müziğin David Beckham'ı diyor. O da bunu fazlasıyla hak ediyor.

David Garrett, 2003 yılında 1 milyon dolara aldığı 1772 yapımı Guadagnini yapımı kemanını yanlışlıkla ezmiş. Bir müzisyenin başına gelebilecek en kötü şey bu olsa gerek! Ama yine de David Garrett'in yeteneğini alt edebilecek herhangi bir şey olabileceğini sanmıyorum, ne de olsa o dünyaca ünlü genç bir virtüöz, kemanın dahi çocuğu...

David Garrett birçok bilindik şarkının cover'ları ile ortaya muhteşem işler çıkartıyor şu sıralar. Birlikte çaldığı grubunun da katkılarıyla baş aktör keman olmak üzere gitar, bateri, bas ve klavyenin de katkılarıyla harika cover'lar çıkartıyor ortaya. Mutlaka dinlemeli derim...


6 Haziran 2010 Pazar

6 Haziran 1973



Bugün günlerden 6 Haziran. Belki öylesine bir gün... Geçip gidiyor işte... Ama bugünün bir burukluğu var benim için... Yıllar önce okuduğum bir şiirden sonra, her sene bu günü biraz daha buruk geçiririm ben. Çok sevdiğim, hatta en çok sevdiğim, ölümü çok seven şair Ümit Yaşar Oğuzcan'ın büyük oğlu Vedat, tam 37 yıl önce bugün, Galata Kulesi'nden atlayarak hayata gözlerini yumdu çünkü.

Neden? Onu genç yaşında ölüme iten sebep neydi? Aklıma her geldiğinde ve onunla ilgili yazılan şiirleri her okuduğumda durur, düşünürüm... Neydi içindeki fırtına, böyle hoyratça bir ölümü kendine neden reva görmüştü? Yolunda gitmeyen bu kadar büyük şeyler mi vardı acaba hayatında Vedat'ın? Aklımdan çıkmaz bir türlü, yıllardır. Hep bir iz ararım; neden'in cevaplarını bulabilmek için...

Sorular, sorular...

Lakin ne babası Ümit Yaşar, ne annesi Özhan, ne de kardeşi Lütfi bu soruların cevabını biliyordu. Sakladığı sırlarla birlikte gitti Vedat... Ve giderken de seçtiği yol Galata Kulesi' nden geçiyordu...

Ümit Yaşar, oğlu ölmeden 12 sene önce 3 kez intiharı denemişti fakat hiç birinde sonuca ulaşamamıştı. Sanki bir güç onu engelliyordu her defasında. Sanki "sen kal burada, şiirlerini yaz" der gibi... Sonunda pes etti Ümit Yaşar... Ve şiirlerini yazmaya devam etti.

En çok ölümü anlattı şiirlerinde. Ölümü tasvir edişi öylesine içtendi ki; bir an şiirleri okuyan, ölümün güzel bir şey olduğunu zannedebiliyordu... Ölümü çekici kılan şey, Ümit Yaşar'ın kaleminin ucundaydı.

Ama o güne kadar ölüm üzerine yazdığı hiçbir şiir, Vedat öldükten sonra yazılanlar kadar acımadı, acıtmadı...

Galata Kulesi

6 Haziran 1973
Pırıl pırıl bir yaz günüydü
Aydınlıktı, güzeldi dünya
Bir adam düştü o gün Galata Kulesinden
Kendini bir anda bıraktı boşluğa
Ömrünün baharında
Bütün umutlarıyla birlikte
Paramparça oldu
Bir adam düştü Galata Kulesinden
Bu adam benim oğlumdu

Gencecikti Vedat
Işıl ışıldı gözleri
İçi
Bütün insanlar için sevgiyle doluydu
Çıktı apansız o dönülmez yolculuğa
Kendini bir anda bıraktı boşluğa
Söndü güneş, karardı yeryüzü bütün
Zaman durdu
Bir adam düştü Galata Kulesinden
Bu adam benim oğlumdu

"Açarken ufkunda güller alevden"
Çıktı, her günkü gibi gülerek evden
Kimseye belli etmedi içindeki yangını
Yürüdü, kendinden emin
Sonsuzluğa doğru
Galata Kulesinde bekliyordu ecel
Bir fincan kahve, bir kadeh konyak
Ölüm yolcusunun son arzusuydu bu
Bir adam düştü Galata Kulesinden
Bu adam benim oğlumdu

Küçücüktü bir zaman
Kucağıma alır ninniler söylerdim ona
Uyu oğlum, uyu oğlum, ninni
Bir daha uyanmamak üzere uyudu Vedat
6 Haziran 1973
Galata Kulesinden bir adam attı kendini
Bu nankör insanlara
Bu kalleş dünyaya inat
Şimdi yine bir ninni söylüyorum ona
Uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat.

-----------

VEDAT'IN ÖYKÜSÜ

Doğumunu anımsıyorum,
Bir serçe kadar suçsuz,
Bir ot kadar bilinçsiz,
Ve dilsiz bir taş gibi,
Pembe, kırmızı, mor,
Karışımında bir et parçası,
Yuğrulmuş balçık,
Yeşeren filiz,
Biçimlenen tohum,
Ve başlayan bir yalandı seninle,
Biliyorum...

İlk ağlayışını anımsıyorum,
Ürperten bir çığlık,
Bir su şırıltısı hüzün veren,
Akortsuz telli sazların,
Çaldığı bir senfoni,
Soluk soluğa,
Ve son ağlayışını anımsıyorum,
Akmasını gözyaşlarının,
Boşluğa, sonsuzluğa,
O müthiş yalnızlığa...

Gülüşlerini anımsıyorum,
Kimi gün bir ustura gibi acımasız,
Kimi gün bir gül gibi dokunaklı,
Ve kimi gün gökyüzü kadar,
Görkemli, masmavi, yalansız,
Gülüşlerin inen bir tokattı aslında,
İğrenç yüzlerine insanların,
Gülüşlerin, isyandı aslında,
Gülüşlerin, ta kendisiydi çaresizliğin,
Gülüşlerin, gülüşlerin,
Ah senin beşikten mezara kadar,
Ağlayan gülüşlerin...

Yaşamını anımsıyorum,
Yana yakıla,
Düşe kalka,
Kesik kesik,
Paramparça,
Tam 24 yıl,
Sürdürdüğün bir yaşamdı o,
Ve bir gün kendi ellerinle,
Boğup öldürdüğün bir yaşamdı o...

Sevgilerini anımsıyorum,
O sevecen gözlerini,
Sevdiklerini, dost bildiklerini,
Durmadan sevgiye çağıran ellerini,
İnsanlara, çiçeklere hayvanlara,
Sevgiyle bakışını anımsıyorum,
Yüreğinin sevgiyle duruşunu,
Başının sevgiyle dik duruşunu,
Ve kendini sevgiyle sunuşunu,
Anımsıyorum ölüme...

Bir dostluğu anımsıyorum aramızdaki,
Gün gün değişen,
Ama her gün biraz daha pişen,
Acılarla büyüyen gelişen,
Bir dostluğu anımsıyorum,
Benimle ilk içişini,
İlk kez bir kadına gidişini,
Son ilk kez sevişini anımsıyorum bir kızı,
Kırılışını,
Ayrılışını,
Ve bir gün o büyük yıkılışını anımsıyorum,
Yine de kızmıyorum sana, kızamıyorum,
Çirkin yaşamamak için,
Güzel ölmek istedin,
Anlıyorum...

Son günlerini anımsıyorum,
Bir giz gibi sakladığın,
Dayanılmaz acıların aklıma geliyor,
Sonra korkuların, kuruntuların,
Ve o en vazgeçilmez yerinde uykuların,
Yatağından sıçrayışların aklıma geliyor,

Solan yüzünü anımsıyorum,
Hüzünlü gözlerini,
Bembeyaz, düzgün dişlerini,
Yumuşak kahverengi saçlarını anımsıyorum,
Sonra ellerini,
Konuşan, düşünen, duyan ellerini,
Bir sanatın çilesini dokuyan ellerini,
Güçlü ellerini,
Sonunda bütün kahpeliklerine dünyanın,
O meydan okuyan ellerini...

Yarım kalmış eserimdin
Tamamlandın ölünce
Yarım kalan benim şimdi

Sen artık ölüm kadar güzelsin
Ölüm kadar gerçek
Ölüm kadar büyük…


Ümit Yaşar, şiirin kendisinde önce damla olduğunu, git gide bir akarsuya dönüştüğünü, sonra bu akarsuyun bir şiir denizine döküldüğünü söyler. "Acılar Denizi" kitabının önsözünü de şu sözlerle noktalar:

"Dalgalarıyla, çalkantılarıyla, fırtınalarıyla ve bütün görkemliliğiyle şiir denizim karşınızda işte! Fakat ne yazık ki, üç yıl öncesi ilk ve değerli eserim oğlumu yitirdiğimden bu yana; artık bir Acılar Denizidir o!"


Not: Timur Selçuk'un seslendirdiği şarkı, Ümit Yaşar Oğuzcan'ın birçok bestelenmiş şiirinden bir tanesidir.

5 Haziran 2010 Cumartesi

Bir Yağmur, Bir Hüzün





Rüzgarın ağaçları dans ettirdiği koca bir günün sonunda yağmur kaçınılmazdı. Rüzgar bulutları azdırmıştı, kimsenin suçu yoktu. Oysa haziran, güneş ile geleceğinin haberini kuşlarla indirmişti gökyüzünden yeryüzüne. Tozlu, temizlenmeyi bekleyen, samyelinin getirdiği sarımtrak yağmurlarla yıkanmış pencerenin ardından bir kadın, bir gri bulutlarla kaplı gökyüzüne, bir de yeryüzünün gelip geçici sahiplerinin karmaşasına bakıyordu. Birini bekler gibi ama birini beklemeden caddeye bakıyordu. Otobüs dursa durakta, biri inse onu sevindirecek otobüsten; ama yok, beklemiyordu kimseyi. Gelmeyecek birini beklemek akıl işi değildi, öğrenmişti.

Yağmurun yağdığı bir gecenin ortasında hatıraların caddeye taşması kaçınılmazdı. Yağmurun suçu yoktu, hatıraların uyanma vakti gelmişti. Evin en ücra köşesinden bir bir hatıraları çıkardı kadın. Hiç elleri titremedi, ama içi titriyordu. Kimse görmüyordu çok şükür ki, yalnızlık saklanmak için iyi bir yoldu. Eskiyi düşünmek hem iyi hem de kötüydü. Ama bugün kötü olmamalı, diye geçirdi içinden, diledi daha doğrusu. Eski mektuplara, resimlere, unutulmuş birkaç eşyaya tek tek dokundu kadın. Uzun süredir yapmamıştı bunu, kendine verdiği sözü tutarak. İyi de dayanmıştı hani, ama bir gün pes edeceğini biliyordu. Yok ama, yağmurun suçu yoktu. Hatıralar bir gün çıkacaktı yerinden, zaten kaçınılmazdı. Belki erken oldu birazcık, olsun zararı yoktu.

Birinin dağıtıp gittiği bir hayatı yeniden toparlamak kaçınılmazdı. Hayat vur-kaç yapmıştı, aslında kimsenin suçu yoktu. Oysa gülümseyen bir çift göz, hep orada o güzellikte gülümseyeceğini müjdeler gibi girmişti başka bir hayata. Kadın da inanmıştı, şimdi eski resimlere bakarken inandığı o günü anımsıyordu. Düşündü düşündü; pişman olmadığını söyledi bir kez daha kendine. Hiçbir hatırayı dağıtmadı, çöpe atmadı, çıkardığı yere aynı şekilde geri koydu, özenle. Sanki her bir eşyanın kalp atışı varmış gibi özen gösteriyordu incinmesin diye. Kendi atmayan kalbinin yarattığı boşluğu iyi bildiğinden; başka biri daha o boşluğa düşmesin diye, bir bir geri koydu hatıraları. Sonra pencereyi açtı, odaya yağmur kokusu dolsun istedi. Bir de toprak kokusunu duymak isterdi her daim, ama şehir çoktan çalmıştı o kokuyu. Yağmurla yetindi kadın ve kimseyi beklemedi. Gelmeyecek birinin beklenmeyeceğini anlamıştı. Düşüncelerini hızla uzaklaştırdı kendinden, bilmediği bir şeye ödünç verdi, şimdilik. Radyonun sesini açtı, odaya bir yağmur kokusu doldu, bir de hüznün şarkısı.

Bir yağmurun kokusu, bir hüznün şarkısı.

Bir koku, bir şarkı.

Bir yağmur, bir hüzün.


3 Haziran 2010 Perşembe

Ben de Haber Eylül'deyim!



Güzide üniversitem Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'nin internet gazetesi Haber Eylül'de artık ben de varım!

5 yıldan beri fakülte öğrencilerinin yoğun emeğiyle hazırlanan Haber Eylül, güncel haberleri, ekonomi haberleri kültür-sanat haberleri ve köşe yazılarıyla her ay gündemin nabzını tutuyor. Öğrencilerin yazın ve yayın alanında gelişmeleri açısından Haber Eylül güzel bir basamak. Ben de, fakültenin bir öğrencisi olarak ve yazmayı, yayınlamayı bu kadar çok seven biri olarak Haber Eylül 'de yer almam gerektiğini düşündüm. Başvurdum, kabul edildim; artık Kent Yaşam-Sanat bölümünde yazmanın tatlı heyecanı içerisindeyim.

DEU İİBF Bilgi İşlem Birimi 'nin sahibi olduğu, Genel Yayın Yönetmeni Vahap Tecim, sevgili editörlerimiz Mehmet Alper Gözükızıl ile Pelin Alpşar ve birçok yazar arkadaşımızın katkılarıyla yayınlanan Haber Eylül, her ay yepyeni sayısıyla okuyucusuyla buluşuyor.

2 Haziran 2010 Çarşamba

Cougar Town


Amerikan komedi dizilerine bir yenisi daha eklendi: Cougar Town. Abc'de bu kış yayınlanmaya başlayan Cougar Town, ilk bölümüyle 11 milyon kişi tarafından izlendi. Daha sonraları izleyici sayısında azalma ve akabinde "bitecek mi?" sorularını beraberinde getirse de, birkaç bölümlük ısınma turlarının ardından tam gaz yoluna devem etti ve sezon finaline sağ salim ulaştı.

Başrollerinde efsane dizi Friends'ten tanıdığımız  Courteney Cox, Scrubs'tan Christa Miller, Busy Phillipps, Aliens In America'nın yıldızı Dan Byrd, Josh Hopkins, Ian Gomez ve Brian Van Holt yer alıyor. Cougar Town, 4o'lı yaşlarına merdiven dayamış Jules ve mahallesindeki arkadaşlarının absürd hayatlarını konu alan eğlenceli bir dizi. Cougar, 35 yaş ve üstü bakımlı kadınlara verilen bir ad. İşte Jules'in hayatı da tam böyle. Komik, güzel, seksi ve aşk hayatında dikişi bir türlü tutturamayan, kocasından yeni boşanmış Jules, en yakın arkadaşı ve yan komşusu Ellie, onun 'light' kocası Andy, küçük bebekleri Stan, ergen oğlu Travis, hayatından bir türlü çıkamayan eski kocası Bobby, yakışıklı ve ukala karşı komşusu Grayson, çatlak ve azgın patronu Barb ve biricik iş arkadaşı aptal sarışın Laurie'nin acayip maceraları Cougar Town'ı oldukça eğlenceli kılıyor.

Tipik örneklerinde olduğu gibi kahkaha efektlerine gerek yok; çünkü o efektleri siz yaratıyorsunuz. 20 dakikalık kısa ama bir o kadar eğlenceli bölümleri ile Cougar Town'a ben kefilim, şiddetle tavsiye ederim.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı