Düşler Ovası Dediler Ki... Parov Stelar - Electro Swing Ondan Sorulur! Banshee - Karanlık Bir Kasaba Hikayesi The Time Traveler's Wife - Zaman Yolcusunun Karısı

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Behçet Aysan - Güvercinlerin Şairi



"Sen bu şiiri okurken,
 Ben belki başka bir şehirde
 Ölürüm."

Bir şeyler karalarsınız beyaz kağıda, ellerinizden kelimeler dökülür. Bir gün gerçek olacağını bile bile, ölümlü cümleler yazar mı insan? Yazar. Şairse, yazar elbet. Ölmeyi yaşamak gibi anlatır, bir gün vakti gelince, ateşler içinde ölmeyi yaşar, kalbi hiç atmamış zavallıların ülkesinde.

"kırgınım, saçılmış
bir nar gibiyim

sessiz akan bir ırmağım
geceden
git dersen giderim
kal dersen kalırım"

Behçet Aysan, 93'te Sivas katliamında yitirdiğimiz aydınlarımızdan. İnsanın yüreğini acıtan bir sonla uzaklara giden bir şair o. Kalpsizlerin çaktığı bir kibritle güvercin misali uçup gitti, ardında şiirlerini bıraktı hatıra. Dostları kapısında "yarım saat içinde geliyorum, bekleyin." yazılı bir not bulmuşlardı sonra. Ateşlerin içinden çıkabilseydi, gelecekti. Olmadı, gelemedi.

"belki
sararmış
eski resimlerde kalırım
belki esmer bir çocuğun dilinde."

Behçet Aysan, 1949 Ankara doğumlu. 1968 yılında Ankara Tıp Fakültesi'ne askeri öğrenci olarak girdi, tabip çıktı, atandı, görevini yerine getirdi, yaraları iyileştirdi. 1983'te ilk kitabı Karşı Gece'yi yayınladı. 84'te yayınladı Sesler ve Küller kitabı ile Yaşar Nabi Nayır Ödülü'ne layık görüldü. 1986'da yayınlanan Eylül adlı kitabıyla Ceyhun Atuf Kansu Ödülü'ne, Deniz Feneri ile Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü'ne layık görüldü. 93 yılında Pir Sultan Abdal Kültür Festivali'ne katılmak için gittiği Sivas'ta, Madımak Oteli'nde gericilerin alevlendirdiği bir yangında hayatını kaybetti. İçinde biriktirdiği duyulmamış şiirleri de onunla birlikte göçüp gitti. 37 aydın, alevlerin içinde karanlığa gömüldü, Behçet Aysan da orada yitip giden Türkiye'nin aydınlık yüzlerinden biriydi.

"sana neyi anlatayım
her sarnıç küflü bir yağmuru,
her sevda bir ayrılığı yaşar."

Güvercinleri Sevindirin şiirinde tanıdım O'nu. İlk okuyuşta ezbere aldım, anlamak istedim. Ne zaman şiir duymak istesem, bu şiiri okudum kendi kendime. Bu satırları yazan şairin ölümsüz olacağını kabullendim. Ustaya saygı mahiyetindeki bu yazının bütününü aydın, şair, doktor ama önce "insan" Behçet Aysan'a ithaf eder, bulutlara selam ederim.

Güvercinleri Sevindirin

her sabah
uyandığımda,
gördüğüm düşü hayra yorarım
açmasına açarım da
göğsümün altın kafesini
korkarım
ya bu gece
güvercinler
yüreğimden başka bir ülkeye
göç etmişlerse.

çünkü, ben ilyas
hasköy'lü -
kör ilyas,
şu koca istanbul şehrinde
yenicami önünde
sanki dünyanın bütün
açlarını
doyuruyormuş gibi
gururlanan bir sevinçle
darı satarım
savrulması için güvercinlere.

22 Ağustos 2010 Pazar

Yasmin Levy - Doğu'dan Batı'ya Sefarad Ezgileri



O'nun sesini duyduğunuzda ruhunuza garip bir duygu dokunur. Sesinde hüzün vardır, saklanmış mutluluk vardır, acı vardır. Doğu-batı adeta Yasmin Levy'nin içinde hapsolmuştur. Ona kulak vermenizi gerçekten isterim, çok özel biridir.

Yasmin Levy, 1978 Kudüs doğumlu. Çocukluğundan beri, birbirine düşman Arap ve Yahudiler'in arasında büyümüş, yakın arkadaşları Arap olan bir Yahudi olarak barış ve hoşgörüden yana. "Benim şarkılarımda kavga yok." diyor Yasmin Levy. İspanyol aile dostlarının yanında flamenkoyu öğrenmiş ve şarkı söyleyebildiğini, müziğe olan ilgisini keşfetmiş. Kilisede koro şefi olan babasının yardımıyla da müzikte yolunu çizmiş. 15. yüzyılda Balkanlar'a sürülen İspanyol Yahudiler'in çoğunluğu bugünkü Türkiye topraklarına yerleşmiş. Sefarad diye tabir edilen müzik türü bu şekilde ortaya çıkmış. Yasmin Levy de bir İspanyol Yahudisi olarak Sefarad müziğinin bugün dünyada en önemli temsilcilerinden.

O'nun müziğinde bizden de bir şeyler var. Dinleyince tınılarının kökenlerinize dokunduğunu hissediyorsunuz. Anadolu'nun hüzünlü ezgileri, Yasmin Levy'nin müziğinin temellerini oluşturan ezgilerden. Osmanlı İmparatorluğu'nun Sefaradlar'a kucak açtığını ve babasının İzmir'de doğduğunu anlatıyor Yasmin Levy. Bu yüzden kurduğu müzik grubunda Türk müzisyenlere de yer vermek istemiş. "Müslümanlar esasında en iyi müzisyenlerdir. Ben Müslümanlarla ve onların müzikleriyle büyüdüm." diyerek geçmişine saygı duyuyor.

Yasmin Levy, profesyonel anlamda müziğe 2004 yılında başladı. İlk albümü Romance & Yasmin 2004 yılında dinleyicisiyle buluştu. Ardından 2005 yılında La Juderia (Yahudi Mahallesi) albümünü piyasaya sürdü. 2007 yılında çok konuşulan Mano Suave (Yumuşak El) albümüyle yeniden dinleyicisinin karşısına çıktı. Dünyanın birçok yerinde konser verdi. Türkiye'ye de defalarca geldi. İstanbul Caz Festivali'nde izleyenleri büyüledi. İbrahim Tatlıses'le düeti çok konuşuldu. Türkiye'ye olan hayranlığından, anne ve babasının doğduğu topraklardan her zaman övgüyle söz etti. Bizim kültürümüze Orhan Gencebay'a "Orhan Baba" diyecek kadar yakın. Yasmin Levy, 2009 yılında Sentir (Hissetmek)  isimli 4. albümüyle dinleyicileriyle buluştu, hala dünyayı dolaşmaya ve dinleyicilerini o buğulu sesiyle büyülemeye devam ediyor. 

Yasmin Levy'nin öyle içten, öyle hüzünlü bir sesi var ki, etkilenmemek elde değil. İlk defa sesini duyduğumda, bir süre yerimde öylece durdum ve dinledim. Hem böylesine tanıdık, hem de böylesine değişik bu sesin hikayesini merak ettim. Dinledikçe tanıdım, tanıdıkça sevdim. Kültürümüze bu kadar yakın, müziğe bu derece hisli yaklaşan Yasmin Levy 'ye hayran olmamak elde değil. Siz de bu muhteşem kadına kulak verin, ruhunuzu dinleyin...


21 Ağustos 2010 Cumartesi

Kahve: Mucize Tadın Öyküsü




"Alkol alırken hatırlar, kahve içerken unuturum. Bu yüzden alkol değil, kahve bağımlısıyım."

Kimi zaman sakinleştirici, kimi zaman uyarıcı, uyandırıcı, kimi zaman zihin açıcı, kimi zaman ağrılarıma ilaç... Bir çekirdeğin büyülü değişimi: Kahve!

Bu tatla tanışmayan kişi yok denecek kadar azdır, varsa da üzülürüm onun için. İçiyoruz, içiyoruz da biliyor muyuz nerelerden geldi, nasıl geldi, nasıl insanlar için böylesine önemli bir besin haline geldi? Kahvenin öyle büyülü bir serüveni, hakkında öyle rivayetler, insanlık tarihinde öyle önemli bir yeri var ki, hazır kafeinle dolup taşmışken, bildiklerimi anlatmak isterim, onu daha da çok sevelim diye.

"Kahvenin ruhu ziyaret ediyor beni, saf, keçilerin sevdiği kabuk gibi acı, Oğlak Dönencesi gibi yakıcı, Kafka bahçeleri gibi kokulu."  Charles Louis de Montesquie

Kahve, tarihte ne zaman, nasıl ortaya çıktı, meçhul. Homeros ve bazı Arap efsanelerinde uyarıcı etkisi olan, gizemli, siyah ve acı bir içecekten bahsediliyor, ancak kahve mi, bilinmiyor. Kahve çekirdeklerinin Etiyopya'da ortaya çıktığı, oradan dolaşarak tüm dünyaya yayıldığı düşünülüyor. Bir rivayete göre mesela, kahve keçilerin keşfi. Efsaneye göre çoban Kaldi, merada otlattığı keçilerinin tuhaf davranışlar sergilediğini fark eder. Bütün gece uyumadan hoplayıp zıpladıklarını görür. Çalılıkların arasında küçük kırmızı meyvelerden otlandıklarını fark eder, kendisi de çiğner ve bu meyvenin etkisi olduğunu düşünür, bir keşişe bundan bahseder. Keşiş, bu meyveleri ezerek toz haline getirir, kaynamış suyu üzerine döker ve böylece kahve dünyada ilk defa denenmiş olur. Bir başka rivayete göre, Müslüman derviş düşmanları tarafından kentten sürülür ve çöle atılır.  Açlıktan ölmek üzere iken, bir ses ona yakınındaki bitkileri yemesini söyler. Suyla kahve çekirdeklerini ıslatır, çiğneyemeyince suyla birlikte yutar. Bir anda hissettiği gücün tanrının kudreti olduğunu varsayar. Rivayetler o kadar çoktur ki, kimisi için kahveyi Cebrail'in önerisiyle ilk defa Süleyman peygamber içmiştir, kimisine göre ilk defa Afrika'nın Kızıldeniz kıyılarında yetişen kahve çekirdekleri, savaşçılar için güç verici bir yiyecektir.

"Bol miktarda, iyi bir kahve ruhumu uyandırır, canlılık verir. Harika bir güç ve kararlı bir harekete geçme isteği."  Honore de Balzac

Kahve yetiştiriciliği ilk defa 15. yüzyılda başladı ve Yemen dünyada kahve yetiştiriciliğinde birinci sıraya yerleşti. Yemen'in Mocha Limanı'ndan çıkan kahveler İstanbul ve Kahire limanlarına getirilirdi. Bitkilerin dışarıya çıkarılması yasaktı ancak bu yasak zamanla delindi, Hindistan'da yetiştirilmeye başlandı. Ardından Arap tüccarların Baharat Yolu ile Venedik'e ulaştırdıkları kahve Avrupa'ya açılmış oldu. 17. yüzyılda Avrupa ülkelerinin sömürgeleştirme maksadıyla sıkça ziyaret ettiği Güney Amerika'nın büyük adalarında kahve yetiştiriciliği başladı. Asya'daki büyük kahve tarlalarının bir hastalık yüzünden yok olması nedeniyle günümüzde Brezilya en büyük kahve üreticisi konumuna geldi.

"Ah, kahve ne tatlı, binlerce öpücükten daha tatlı, muscat şarabından daha yumuşak, kahve, kahve, onsuz olamam; eğer bana bir şey ikram edecekseniz ah, o zaman bana kahve veriniz!"  Johann Sebastian Bach

Kahve çekirdekleri, parlak kırmızı meyvenin içindeki tohumdan meydana geliyor. Kahve bitkisi 5 yıl boyunca büyüyor, olgunlaşıyor, toplanmaya hazır hale geliyor. Bir bitkiden yarım kilo kavrulmuş kahve çıkabiliyor. Yeşil kahve çekirdekleri ya doğal haliyle dalında kurumaya bırakılıyor ya da hemen toplanıp suda ıslatıldıktan sonra kurutuluyor. Yeşil kahve çekirdekleri büyük tamburlarda ısıtılmaya başlıyor. İlk patlama sekizinci dakikada gerçekleşiyor. Bu patlamayla çekirdekler ortadan bölünüyor ve bilindik görüntüsünü alıyor. Çekirdekler ilk patlamayla kahverengiye dönüşüyor. İkinci patlama onuncu dakikadan sonra gerçekleşiyor. Kahve çekirdeklerinin kavrulması işleminden sonra soğumaya bırakılıyor.

"Kahve arası veremezsem içimde bazı şeyler ölür..."  Frank Loesser

Gelelim Türk kahvesine... Kanuni Sultan Süleyman döneminde Yemen Valisi Özdemir Paşa, kahveyi saraya getiriyor ve sarayın beğenisine sunuyor. Türklerin kahveyle tanışması bu sayede oluyor. Kahve çekirdekleri Osmanlı'da dibeklerde dövülüyordu. Kurukahveci Mehmet Efendi ilk defa kahveyi dolaplarda kavurup değirmende döverek büyük çaplı üretime geçen kişi olarak bilinir. Türk kahvesi özel hazırlama ve pişirme yöntemiyle hazırlandığı için bu ismi aldı. Türk kahvesi telvesiyle ikram edilen tek kahve türü.

"Kahve cehennem kadar siyah, ölüm kadar güçlü ve sevgi kadar tatlı olmalıdır."  Türk Atasözü

Dünyaca bilinen kahve türlerine kısaca değinelim, aralarındaki farkları gerçekten merak etmişimdir:

Espresso: Çok güçlü bir makineyle ince zemin üzerinde, buharla hazırlanmış kahve çeşidi.
Americano: Sıcak su ile inceltilmiş espresso.
Doppio: Bir fincan içerisinde normal espressonun iki katı kadar su ve kahve barındıran espresso.
Espresso Ristresso: Normal espressodan önce makine yardımıyla kesilerek yapılmış daha sert ve aromatik bir kahve.
Cafe Latte: Taze espressonun üzerine ılık süt eklenerek yapılan, üzerine arzuya göre köpük, çikolata, tarçın konulan bir kahve türü.
Cappucino: Kahvenin üçte ikisi oranında sütle inceltilmiş, makinede köpürtülerek yapılan espresso.
Espresso Macchiato: Sütle inceltilmiş espresso.
Espresso Romano: Biraz limon sıkılmış espresso.
Con Panno: Dövülmüş kremayla yapılan espresso.
Mocha: Espresso, sıcak çikolata, buharda pişmiş süt, tercihe göre biraz krema ve kakaolu bir kahve türü.

"İyi bir kahve, şeytan gibi siyah, cehennem gibi sıcak ve öpücük gibi tatlı olmalı."  Macar Atasözü

Kahve gerçekten benim olmazsa olmazlarımdan. Aslında dünyadaki birçok kişi için de öyle. Normal seyirde tüketimiyle sağlık açısından o kadar çok şeye iyi geliyor ki... En basitinden mesela, nadiren de olsa başım ağrıdığında ağrı kesicilere yan gözle bile bakmam ben, önce kendime bir kahve yaparım. Eğer beni sakinleştiremediyse, acıyı hafifletmediyse, beni uyandıramadıysa, son çare kimyasallara başvururum. Ama bugüne kadar beni hiç yarı yolda bırakmadı. O, hep benim iyi dostum oldu. Bir dost sohbetinin yanında, bir kış gecesinin ortasında, sigaranın yanında, en iyi dostlardan biridir kahve, iyi ki var...

"Yol için bir fincan kahve daha,
 Bir fincan kahve daha, ben gitmeden aşağıdaki vadiye..."
                                                                                Bob Dylan


Kaynak: Tempo Dergisi, Dolce Vita Serisi, Çikolata ve Kahve kitabı

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Haftamı Şenlendirenler





Haftamın Kitabı: Evet, ben hala Salinger'dan vazgeçemedim, okumadığım son kitabı Dokuz Öykü'yü de okuyorum, bitmek üzere, son 2 öyküm kaldı. Aslında bitmesin istiyorum ama her güzel şeyin bir sonu vardır biliyorum, Salinger da çok uzaklara gittiğinden ve artık yazamayacağından, özledikçe 5 kitabını dönüp dolaşıp okurum diye düşünüyorum. Dokuz Öykü de tahmin edersiniz ki, birbirinden bağımsız dokuz öyküden oluşuyor. J. D. Salinger'in öykü karakterleri mutlak bir yerlerden tanıdık geliyor, daha önce bahsedip geçtiği karakterlerin yaşamında kesitler sunuyor bu kitapta.

Haftamın Filmi: Sweet Home Alabama, ne zamandır izlemeyi düşündüğüm bir filmdi, sonunda bu haftasonu izleyebildim. Romantik komedi dalında başarılı bir film olmuş diyebilirim. Filmde, New york'ta moda dünyasında adından sıkça söz ettirmeye başlamış Melanie'nin, valinin oğlu ile evlenmeye karar vermesiyle başlıyor her şey. Tamam, evlenecektir ama önünde büyük bir engel vardır: Alabama'da genç yaşta evlendiği kocası Jack, boşanmayı kabul etmemektedir. Ailesinin yanına zorunlu bir dönüş yapan Melanie, hayatının büyük bir bölümünün geçtiği Alabama'yı yeniden keşfedecek ve hayatının seyrini değiştirecektir. Başrollerinde Reese Witherspoon, Josh Lucas ve Patrick Dempsey'in yer aldığı Sweet Home Alabama'yı tavsiye ederim.

Haftamın Albümü: Ege'nin Suya Düşen Sesler albümünü, radyoda yayın için hazırlarken keşfettim ve bayıldım. Ege'yi, her zaman güzel şarkılar yapmış, sadece müzikle ilgilenen, aklı başında, beyefendi bir sanatçı olarak tanıdık. Ama bu albüm daha bir güzel olmuş sanki. Ege, albümünde yeni şarkılarının yanı sıra, Tanju Okan'ın güzide şarkısı -ki Tanju Okan bunu özellikle istemiş- Hasret'e, Sertab Erener'den dinlemeye bayıldığım Sevdam Ağlıyor'a yer vermiş. Ege ve Akdeniz esintileri taşıyan bu albüme kulak verin derim.

Haftamın Dizisi: Bu kısmı yazarken acaba yerli dizi de yazacak mıyım diye düşünüyordum. Çünkü, ne yalan söyleyeyim artık yerli dizi takip edemez oldum ben, 2-3 saat sıkılıyorum, senaryoların sığlığından, basitliğinden bunalıyorum, birkaç bölümden sonra izlemeyi bırakıyorum. Ama Dürüye'nin Güğümleri, yaz günlerine hızlı bir giriş yaptı, güldürdü, eğlendirdi, komik diyalogları ve zengin oyuncu kadrosuyla izleyiciyi kazandı. Muğla'nın Yerkesik köyünde yaşayan köylülerin maceraları, sevimli Ege şivesi ve oldukça güldüren diyalogları ile Dürüye'nin Güğümleri, yazı atlatıp, kışta da maceralarına devam edecek gibi duruyor.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Jeux D'enfants - Cesaretin Var Mı Aşka?


- Tek hayalimiz, ölümsüz bir aşkımızın olmasıydı.

Bir ömür sürecek bir oyunun içinde aşka vakit bulamamak, oynamayı daha çok sevmek, bir aşk hikayesinin büyüsünü yitirmesine neden olabilir mi? Asla! Sophie ve Julien oyundan da, aşktan da hiçbir zaman vazgeçmedi. Zaten aşk iki kişilik bir oyun değil miydi?

- Büyüyünce ne olacaksın?
- Ben diktatör olacağım ya sen?
- Ben turta olacağım.

Sophie ve Julien, daha küçük bir çocukken bir oyun oynamaya başlar: "Cap ou pas cap?" Ellerinde bir teneku kutu, "Var mısın, yok musun?" anlamına gelen sözcüklerle hayatlarını bir oyuna bağlarla adeta. Büyüseler de hiç değişmemiştir bu kurallar. "İç çamaşırlarını giysilerinin üstüne giyip sınava gitmeye var mısın?" der Julien Sophie'ye. Sophie oyuncak teneke kutuyu devralır elinden, Julien'in dediğini yapar ve öyle gider sınava. Sophie kızgın bir anında oyuncağı tutuşturur eline Julien'in ve "4 yıl görüşmemeye var mısın?" der. Oyun bu ya, kimse vazgeçmek istemez, vardırlar hep, aşkları da, oyunları da var olur, son güne kadar.

- Bu bir oyun mu?
- Sen başlattın.
- Ben başlattım ama sen sonunu getiremedin.

Jeux D'enfants, saplantılı bir aşkın izlerini anlatır, en komik, en hüzünlü haliyle. Yaşanamamış gibi görünen bir aşkın, aslında her nefeste yaşandığını anlatır bizlere. Guillaume Canet ve Marion Cotillard öyle güzel iki aşık gibi görünürler ki gözünüze,bu saplantılı aşka saplanmış olmayı dilersiniz. Filmin görsel efektleri de oldukça önemli bir yer tutuyor filmde. Yönetmen Yann Samuell'in elinden öylesine yaratıcı bir iş çıkmıştır ki, senaryosuyla zaten birçok türünden farklı kılınan bu film, daha da etkileyici hale gelmiştir. Hele bir de La Via En rose şarkısı vardır ki, filmin belkemiğidir adeta. Benim gibi bu şarkıyı sevenler, tapacaktır filmden sonra.

Sophie ve Julien'in aşkı, öyle bildiğimiz aşklardan değil. Korkutucu, ürkütücü, acımasız ve tutkulu. Çoğumuzun altından kalkamayacağı derecede bir masal adeta. Eminim ki, onların yerine birçok kişi geçse çoktan bırakmıştı bu oyunu. Sahi, siz bırakır mıydınız gerçekten? Sevdiğiniz birinden yıllarca uzak kalmak, değer midir bir çocuk oyununa? Aşk, her daim aşktır mı diyorsunuz yoksa? Sahi, cesaretiniz var mı aşka?

- Cap ou pas cap?
- Cap!



1 Ağustos 2010 Pazar

Bitiş Çizgisindeki Altın Kadınlar


Ne güzel, bugünlerde göğsümüz kabarıyor, gururlanıyoruz. Rüzgarın kadınları, bitiş çizgisinde Türk bayrağını dalgalandırıyor. Altın gibi kadınlar, altın madalyaları tek tek topluyor. Avrupa Atletizm Şampiyonası bu defa bizim için umut dolu, gurur dolu şampiyona oldu. Elvan Abeylegesse kadınlar 10.000 metrede , Nevin Yanıt kadınlar 100 metre engellide Avrupa Şampiyonu oldu. Türkiye, iki ayrı dalda altın madalya kazanarak, atletizmde uzun bir aradan sonra başarı çıtasını yükseltti.

Birkaç gün arayla geldi bu güzel haberler. Önce Elvan çıktı piste, koştu koştu, 10.000 metreyi katetti, dile kolay. O incecik, dokunsan kırılacakmış gibi duran bedeninin aksine, öylesine dayanıklı ve inançlı ki; aslının geldiği o kara kıtanın topraklarından aldığı güç ile Türkiye için katıldığı bütün koşularda canla başla yarışıyor ve çoğu zaman da madalyasız dönmüyor Elvan, hayret etmemek, gururlanmamak, duygulanmamak elde değil...

İkinci gurur haberi ise Nevin Yanıt'tan geldi. Bir Türk kadını daha fethetmişti Barcelona'yı. Nevin engelli koşusunda engel tanımamış, rüzgarı arkasına alarak 100 metreyi 12.63 saniyede koşmuş ve altın madalyanın sahibi olmuştu. Üstelik finale çıkana kadar yarıştığı bütün yarışları da kazanmıştı Nevin. Altına giden yolda parlayarak ilerlemişti, işaret etmişti aslında. Koştu, engelleri bir bir aştı ve bitiş çizgisinde altın madalyasına ulaştı.


Bir kadın olarak, göğsüm ayrı bir kabarıyor, biraz daha fazla duygulanıyorum. Kadının gücünü, azmini gördükçe umut doluyorum ben. Süreyya Ayhan ile başlayan koşuda altın madalya gururunu Elvan Abeylegesse ve Nevin Yanıt ile devam edebildiğini görünce; insanın isteyince, çalışınca yapamayacağı şey olmadığını görüyorum.

Elvan şimdi 5000 metrede deneyecek şansını.  Şansı madalyaya dönüştürecek yetenek fazlasıyla var Elvan'da, bekleyip göreceğiz. Nevin ise gözünü olimpiyatlara dikmiş, şimdiden başlayacak çalışmalara. Kararlı ve yetenekli bir kadının önünde hiçbir engel duramaz, onu kanıtlamaya devam edecek bizlere. Biz de izleyip alkışlayacağız onları, ellerimiz acıyana kadar...

Not: Az önce Türkiye adına Alemitu Bekele 5000 metrede altın madalya, Elvan Abeylegesse gümüş madalya kazandı. Ne demeli ki, alkışlamalı bir kez daha...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı