Düşler Ovası Dediler Ki... Parov Stelar - Electro Swing Ondan Sorulur! Banshee - Karanlık Bir Kasaba Hikayesi The Time Traveler's Wife - Zaman Yolcusunun Karısı

30 Aralık 2012 Pazar

Dediler Ki...


"Mobilya satın alırsınız. Kendinize dersiniz ki, bu hayatım boyunca ihtiyaç duyacağım son kanepe. Kanepeyi alırsınız ve sonraki birkaç yıl boyunca, hangi işiniz ters giderse gitsin, en azından kanepe sorununuzu çözmüş olduğunuzu bilirsiniz. Sonra aradığınız tabak takımı. Sonra hayallerinizdeki yatak. Perdeler. Halılar. Sonra o güzel yuvanızda kısılıp kalırsınız. Bir zamanlar sahip olduğunuz şeyler, artık sizin sahibiniz olur."   Chuck Palahniuk - Dövüş Kulübü, 1996

"Aşk da tıpkı tanrıça gibidir; yani muhteşem bir yanılsamadır. Öncelikle erkeklerin icadıdır. Erkeğin açmazı da budur işte. Bir yandan kadın kendine ait olsun diye aileyi kurar, öte yandan gözü komşunun karısında kalır. İlyada'daki Paris'in Helen'i kaçırmasını anımsayın, Ortaçağ'daki şövalye aşklarını anımsayın. Ama kadınlar için durum daha vahimdir. Çünkü anaerkil dönemde pek çok sevgilisi olan kadın, ataerkil dönemde bir erkeğin malı olarak eve hapsedilmiştir. Onun gözünün de komşunun kocasında, oğlunda kalmasından daha doğal ne olabilir? Ama bu istek yasaktır, günahtır, ayıptır. İşte bu aşk, ulaşılmazlıktan doğar. Aşk, ulaşamayacağın birini abartarak, onun kafandaki ideal kişi olduğunu sanarak tutkuyla bağlanmaktır. Aradaki engeller ne kadar artarsa, bu yanılsama o kadar tutkulu olacaktır. Nasıl tarih öncesi atalarımız doğum olayını çözemediği için kadınlardan tanrı yaratmışsa, biz de yolumuzun kesiştiği birini yaşamımızın vazgeçilmez kişisi sanarak, neredeyse ona tapınmaya kadar varan bir bağlılık yaratmışız. Kanımca aşk, o ilkel abartma duygusunun günümüze kadar gelmiş halidir."   Ahmet Ümit - Patasana, 2000

"Bir hedefe doğru ilerlerken yola dikkat etmek çok önemlidir. Hedefe nasıl varılacağını bize en iyi yol öğretir, yol yüründükçe bizi zenginleştirir. Cinsel ilişkiye benzetebilirsin bunu: Orgazmın şiddetini ön sevişmedeki okşayışlar belirler..."   Paulo Coealho - Hac, 1987

"Bir teklif ve bir kabul... Kısa, münakaşasız ve hesapsız! Bundan daha güzel bir ayrılık olamazdı..."   Sabahattin Ali - Kürk Mantolu Madonna, 1943


23 Aralık 2012 Pazar

Hayvanlar Palyaço Değildir

Sirkler... Palyaçoların, akrobatların, cambazların ve hayvanların gösteri yaptığı büyük gezici çadırlar... Çocukken hayal dünyasının kapısını aralamak gibidir sirke gitmek. Hayvanların akıl dolu numaralarını, akrobatların inanması güç performanslarını izlemek, normal şartlarda son derece eğlenceli, aynı zamanda masum görünüyor. Ancak bu eğlenceli ve büyüleyici gösteri dünyası masum değil, hiç olmadı.

İnsanları eğitmek kolaydır da, sirkteki hayvanların nasıl bu derece yetenekli hale getirildiğini hiç düşündünüz mü? Zalimliği karşısında hiçbir canlının boyun eğmeyeceğini bilen insanoğlu, sirkteki hayvanları nasıl eğitiyor, hiç aklınıza geldi mi?

İşkenceyle, aç bırakarak, eziyet ederek, zorla, taşla, sopayla. Sirk hayvanları, alkışladığımız, şaşkınlıktan ağzımızı açık izlediğimiz bütün o hareketleri aç kalmamak, dayak yememek için, zorunluluktan yapıyor. Bu yöntemle güdülenmişler çünkü. Biz gösteriden sonra evlerimize dağılıyoruz, onlar küçücük kafeslerine geri dönüyorlar. Doğru düzgün hareket edemedikleri kafeslerinde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Binlerce kilometreyi bu şekilde katediyorlar.

Hayvanlar işkenceyle bizim malımız olmamalı. Çoğu zaman çektiği acıyı belli edemeyen bu canlılar, sırf bizi eğlendirsin diye acı çekmemeli. Hayvanlar bizim şaklabanımız, palyaçomuz değil. Hayvanların gösteri dünyasında korkunç şeyler dönüyor, hiç görmek istemeyeceğimiz şeyler. Kimse bunlara seyirci kalmamalı. Hayvanseverlik sadece kedi-köpekle sınırlı da olmamalı. Bu yeryüzünde hepsinin yaşamaya hakkı var. İnsanlar yüzünden acı çekmemeli hiçbir hayvan, hapis edilmemeli, hor görülmemeli.  Bu yüzden, hayvanların olduğu sirklere hayır!

Rupa & The April Fishes - Dünyanın Müziği

Dinlediğiniz müziklerden sıkıldaysanız bu ara ve yeni bir şeylere açığım diyorsanız, sizi Rupa & The April Fishes ile tanıştırayım. Onların müziği çok başka, her telden, her duygudan.

San Francisco'dan dünyaya yayılan şahane bir müzik onlarınkisi. Fransızca söylerken Paris sokaklarında dolaşıyormuş hissi yaratan, İspanyolca söylerken Latin ateşini körükleyen, İngilizcede dünyayı kucaklayan şahane bir anlayış. Dünya müziğinin son yıllardaki en iyi temsilcilerinden.

Grubun solisti Rupa, Hint kökenli. Kökenlerini hissederek söylüyor, başka dillerde şarkı söylerken bile. Gruptaki müzisyenler de farklı farklı kültürlerden geliyor. Hal böyle olunca, şarkılarının hiç beklenmedik yerinde beklenmedik enstrümanlar dikkatinizi çekiyor. Mesela bir şarkıda ayaklanıyorlar, dans ettiriyorlar. Latin müziği, Balkan müziği, Hint müziği, caz derken kafanız karışacağına kendinizi muhteşem hissediyorsunuz dinlerken. Une Americane à Paris dinlerken mesela, yerinizde duramıyorsunuz. Maintenant çalarken aklınıza tango diyarı Arjantin geliyor. C'est Pas D'l'amour dinlerken Fransız menşeili tatlı bir aşk filminde gibisiniz mesela. Yaad çalarken Doğunun mistik havası sarıyor bir anda sizi. Rupa & The April Fishes işte bu yüzden gerçekten güzel.

Grup, 2008 yılından beri albüm yayınlıyor. İlk albümleri Extraordinary Rendition başlangıç için şahane. Daha sonra 2009 yılında çıkardıkları Este Mundo ve bu yıl yayınladıkları Build tadından yenmiyor. Bir küçük not: İstanbul'a konser vermeye geldiler daha önce. Her an, yine gelebilirler, kaçırmamak lazım. Rupa & The April Fishes her şarkısıyla farklı tatlar veren leziz bir grup.


14 Kasım 2012 Çarşamba

Gabriel García Márquez - Şili'de Gizlice


Gabriel García Márquez imzasını taşıyan, Şilili yönetmen Miguel Littin'in hayatının bir bölümünün anlatıldığı enfes bir kitaptır Şili'de Gizlice. Miguel Littin, Şili'de Augusto Pinochet'in yönettiği 1973 askeri darbesinin ardından sınır dışı edilen pek çok kişiden biriydi. Littin, başbakan Salvador Allende'nin yanında yer alan, ülkenin önde gelen yönetmenlerinden biriyken, askeri darbe sonrasında askerlerin elinden son anda kurtulmuş ve Avrupa'ya kaçmış ailesiyle. Adını, ülkesine bir daha asla dönemeyecek sürgünlerin arasında, kara listede görünce yapacağı tek şey kalmış: Şili'ye gizlice girmek.


Avrupa'da bu süreçte yapılanan darbe karşıtı oluşumun da yardımını alarak 1 ayda aksanını, dış görünüşünü ve kimliğini değiştirip ülkeye giriş yapar Littin, artık Uruguaylı bir işadamıdır. Yandaşlarıyla birlikte tek amacı, askeri yönetimin ülkede yaptıklarını kayda almak ve bir belgesel çekebilmektir. Pek çok ülkeden farklı film ekibi Şili'nin birçok bölgesine dağılır ve Miguel Littin'in gizli yönetmenliğinde görüntüler çekerler. Öyle ki, Pinochet'in odasına bile girmeyi başarırlar.

İşte bu anlatı da yaşanan bu sürecin kağıda dökülmesi, kaybolan sayısız Şililinin anısına. Oturup 1 hafta boyunca konuşmuş Márquez ve Littin. Miguel Littin'in betimlemeleri şahane, Márquez, "ben pek müdahale etmedim, aslına sadık kalarak yazıya aktardım" dese de, onun büyülü kaleminin Miguel Littin'in cümlelerine dağıldığı apaçık. Yaşanmış, tüm çıplaklığıyla yazılmış enfes bir anlatı bu kitap, akıp gidiyor. Askeri darbeyle yönetilen bir Latin Amerika ülkesinin özgürlük hareketini Gabriel García Márquez'in kaleminden okumak çok güzel, meraklısı kaçırmasın.


5 Kasım 2012 Pazartesi

Biz Eskiden


“Biz küçükken topaç çevirir, çelik çomak oynardık, fazla oyuncağımız yoktu. Siz, şimdiki nesil, çok şanslısınız.” cümleleri size de tanıdık geliyor mu? Bir şeyden şikayet ettiğinizde, oyuncağınızı korumayıp kırdığınızda, beğenmeyip daha iyisini istediğinizde, mutlaka benzer şeyleri duymuşsunuzdur. 90’larda büyüyen her çocuk, teknolojinin evrilmesine şahit olmuş, bu geçiş sürecinde kafası karışmış, “Atari istiyorum, sanal bebek benim olacak, yeni Lego’lar çıkmış ondan alalım!” naralarıyla çarşıda, marketlerde zıplayan, anne babasını peşinden koşturan haylaz bir çocuktur. Yeni çıkan her şeyin, üstelik henüz sanal dünya böylesine gelişmemişken, bu derece hızlı yayılıp fenomen haline gelmesi ve yıllar geçmesine rağmen unutulmaması 90’lı yıllara özgü, enteresan bir durumdur.

İnternetin hayatımızda şimdiki gibi büyük bir yeri ve önemi yokken, cep telefonlarımıza ve bilgisayarımıza henüz bağlanmamış, haberleşme araçlarımız ev telefonları ve mektuplarken, televizyon elbette ki günlük yaşantımızda en büyük yeri kaplıyordu. Sabah “Sabah Şekerleri” ile güne başlanıyor, gündüz kuşağı programları ve pembe dizilerle gün devam ediyor, akşam aile toplandığında çay, patlamış mısır ya da kestane eşliğinde yerli dizi izleniyordu. Süper Baba’yı izlemek için Cuma akşamını iple çekmeyi, Pazartesinin gelmesini sevdirebilecek tek durum olan Pazar akşamlarının efsanevi dizisi Bizimkiler’i, Salı akşamlarının vazgeçilmez dizisi Mahallenin Muhtarları’nı hayatımızda bu derece izler bırakmışken kim unutabilir ki? Hele ki 90’lı yılların çocukları, eğer ki kış gelince sokağa çıkamıyor ve evde oturmak zorunda kalıyorsa, Hugo’nun ailesini kurtarmayı, Tsubasa’nın şahane gollerini, Alf’in esprilerini, Şeker Kız Candy ile gözyaşı dökmeyi, Heidi‘nin Alpler’den Frankfurt’a uzanan yolculuğunu, Red Kit’in Düldül’ünü, kötülerle savaşan Ninja Kaplumbağalar’ı, Casper’i, Jetgiller’i, He-Man’i, Şirinler’i ve daha nicelerini nasıl unutsun ki? Hele bir de hafta sonu Barış Manço’yla ıspanak yemeyi sevmek, dişleri fırçalamayı öğrenmek, şarkı söyleyip 10 puanı hak etmek ve üstüne bir de dünyayı gezmek vardı ki, söyleyin nasıl unutulsun?

90’lı yıllarda televizyon ve müzik dünyasında çok fazla şey yaşandı. Günümüzün televizyon ve müzik kültürünün oluşmasını sağlayan düzen aslında o yıllarda gelişti. Türk halkının dizi izlemeyi sevmesi 80’lerde Küçük Ev, Mavi Ay, Yalan Rüzgarı, Kara Şimşek gibi ithal dizilerle ve Türk edebiyatının baş yapıtlarının televizyona uyarlandığı Çalıkuşu, Aşk-ı Memnu, Yaprak Dökümü dizileriyle başladı diyebiliriz. 90’lar geldiğinde televizyon artık her eve girmiş, yerleşmiş, evin adeta bir ferdi haline gelmişti. Trt’den sonra özel kanalların birer birer açılmaya başlaması ve sektörün hızla yükselen ekonomik değeri, beraberinde yeni iş kapıları açtı: Dizilerde oynamak/yapımında rol almak ya da şarkıcı olup klip çekmek. Her iki durumda da sonuç “televizyona çıkmak” oluyordu. Hal böyle olunca 90’larda televizyonculuk önü alınmaz bir yükselişe geçti. Kanallar dizilere, gündüz programlarına ve gece yayınlanan “talk show”lara büyük yatırımlar yaptı. Cem Özer’le Laf Lafı Açıyor, Okan Bayülgen’in keşfedildiği Gece Kuşu, Türk televizyon tarihinde gece yayınlanan şov programlarının başlangıcı sayılır. Tabi bir de haber programlarını unutmamak lazım; gazeteci Uğur Dündar’ın önemli haberlere imza attığı Arena, Ali Kırca’nın hala devam eden tartışma programı Siyaset Meydanı, Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün’ü, bir zamanların gündemden düşmeyen haber sunucusu Reha Muhtar ve onun da modaya uyup yaptığı Ateş Hattı ve şüphesiz ki, hala herkesin hatırladığı, mağaralardan, köylerden ilginç haberler toplayan Saadettin Teksoy’un efsanevi programı Teksoy Görevde, günümüzde internet arşivciliği sayesinde unutulmaz anları ile zaman zaman yeniden hatırlanıyor.

Müzik sektörünün gelişmesi de televizyon ile paralel bir süreç izledi. Önceleri yalnızca radyolar sayesinde tanınan sanatçılar, televizyonun gelişmesi ve Amerikan kültürünün tüm dünyaya kazandırdığı “klip” çalışmaları ile şarkılar işin profesyonelleri tarafından çekilen görüntüleri eşliğinde televizyonda yayınlanmaya başlandı. Güncel müzik, nam-ı diğer pop müzik, 90’larda tam anlamıyla zirve noktasına ulaştı. Yonca Evcimik, Serdar Ortaç, Kenan Doğulu, Hakan Peker, İzel-Çelik-Ercan, Harun Kolçak, Sertab Erener, Levent Yüksel, Tarkan ve ismini saymak isteyip satırlara sığdıramayacağımız daha birçok isim 90’larda kasetleri ve klipleriyle her yerde karşımıza çıktılar. Bir yandan “unutulmaz şarkılar” diye adlandırılan şarkılar ardı ardına geliyor, bir yandan da bazı yapımcıların dikkat çekmek uğruna müzikten anlamayan kötü sesli şarkıcılara yaptıkları albümlerle piyasa kirleniyordu. Bugün baktığımızda, 90’larda çıkan çoğu şarkıcı hala müziğe devam ederken, tutunamayanlar tarihin tozlu sayfalarına gömülüp gitmekten kurtulamadılar. 

Teknolojinin yaşadığımız çağları değiştirdiğini yılları dönemlere ayırdığımızda daha net görmek mümkün. İnsanlık geliştikçe, çağlar da gelişti, değişti; bugün küçücük bir çipe sığan bilgiler, zamanında raflarda dosyalar halinde saklanıyordu. Hal böyle olunca, eskide kalmış, unutulmaya yüz tutmuş birçok şey birikiyor. Kasetten şarkı dinlemek, bant bozulduğunda kalemle sarmak, “internetten indirmek” deyimi henüz olmadığından radyo başında sevdiğin şarkıyı beklemek milenyum çağına kadar normal bir şeydi. 2000’lerde doğan çocukların anlatılacak bu tür şeylere yabancı kalması, size de tuhaf gelmiyor mu? Ne kadar yeni çağ sürecinde bu geçişleri yaşamış olsak, çabuk adapte olduğumuzu söylesek bile, geçmişin değerli olduğunu, bu yüzden de unutamadığımızı kabul edelim. 

“Bilgisayar çağı”nda çocukların eve kapandığı, herkes tarafından ısrarla söylenen biten komşuluk ilişkilerinin kimse tarafından düzeltilmeye çalışılmaması, geniş ailelerin önce çekirdek ailelere, sonra da parçalanan ailelere dönüşmesi, yaşadığımız çağın olumsuzlukları. 90’larda çocuk olmayı doya doya yaşamış biri olarak, sokakta sek sek oynamadan, “dokuz taş”ta mermer taşlarını topla devirip sonra da dizmeye çalışmadan, lastik ipte akrobasi hareketleriyle bölüm geçmeye çalışmadan çocuk olmanın tam anlamıyla zevkine varılamayacağını düşünüyorum. Ne yazık ki, çocuklar bunlardan kopuk büyüyor artık. Elinde cep telefonu olan, yalnızca odalarındaki bilgisayarla arkadaşlık kuran çocuklar sizi de ürkütmüyor mu? 

Yaşadığımız şu çağda eski alışkanlıklarımız birer birer kayboldu; saatlerce sokakta top oynayan çocukların bağırışları milenyumun gelmesi ile yavaş yavaş azaldı, gazeteler kupon vermekten vazgeçti, mahalle arasında simit satan amcalar kayboldu, biz insanlar kendi içimize kapandık ve 90’ların ruhu bütünüyle kayboldu. 

90’lı yılların çocukları, büyüklerin her zaman dem vurduğu “eski ve güzel günler”in son dönemini yaşadı. 2000’lerle birlikte bir devir kapandı, başka bir devir açıldı. Şimdilerde, çoğalan olumsuzlukların arasında, kendi dünyalarımızda kendi 80’lerimizi, 90’larımızı yaratmaya çalışıyoruz hepimiz, bu anmalar hep ondan. Ancak o günleri geri getirmek mümkün değil; çok değiştik, başkalaştık, bambaşka bir çağa atladık. Bize kâr kalan, o günleri yaşamış olmak artık...


20 Ekim 2012 Cumartesi

Dediler Ki...

"Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde "bu böyle olmayabilirdi!" düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır."   Sabahattin Ali - Kürk Mantolu Madonna, 1943

"Hayat size beklentilerinizin çok ötesinde bir düş sunduğunda, sona geldiğinizde üzüntü duymanız mantıklı değildir."   Stephenie Meyer - Alacakaranlık, 2005

"Ben bağımlıları takdir ederim. Herkesin kör bir kaza kurşununa veya ani bir hastalığa kurban gitmeyi beklediği dünyada, bağımlıların yolun sonunda kendilerini neyin beklediğini bilmek gibi bir lüksü vardır. Nihai kaderin kontrolünü biraz olsun eline almıştır ve bağımlılığı sayesinde ölüm sebebi büsbütün sürpriz olmaktan çıkmıştır."   Chuck Palahniuk - Tıkanma, 2001

"Unutmak bir mezar kazmak, unutulması gerekenleri oraya gömmek ve üstüne işaret koymamaktır."   İnci Aral - Unutmak, 2008


6 Ekim 2012 Cumartesi

Goran Bregović - Balkan Müziğinin Efsanesi

Müziğin dili, dini, milleti olmadığını en güzel şekilde anlatabilen insanlardan biri Goran Bregović. Bestelediği şarkılar, film müzikleri ile yalnızca Balkanlarda değil, tüm dünyada çok seviliyor. Balkan müziği deyince akla ilk olarak o geliyor; hüznün ve neşenin bir arada bulunduğu Balkan müziği, Bregović ve orkestrasıyla bir başka türlü hayat buluyor.

Goran Bregović, 1950 yılında Saraybosna'da doğdu, Sırp anne ve Hırvat babanın çocuğuydu. 16 yaşında konservatuardaki keman eğitimini yarıda bırakarak Bijelo Dugme grubunu kurdu. Grup, daha sonra Yugoslavya'daki en ünlü gruplardan biri olacaktı. 1974'de ilk albümlerini yayınladılar. 1978 yılında film müziklerine el attı, ancak herkes tarafından tanınması ve izleyiciyi müziğiyle 12'den vurması 1988 yılında Çingeneler Zamanı ile olacaktı. Emir Kusturica'nın başyapıtı Çingeneler Zamanı, en az senaryosu kadar müzikleri ile de damga vuran bir film oldu. Ederlezi rüzgarı bugün hala ülkemizde de esmeyi sürdürmekte.

Bregović'in film müzikleri Çingeneler Zamanı ile sınırlı kalmadı; Arizona Rüyası, Yeraltı filmlerinde de Emir Kusturica ile çalışmaya devam etti ve efsane şarkılara imza attı. Son olarak da, 2008 yılında gösterime giren Can Dündar belgeseli Mustafa'nın müziklerini de yaptı.

Goran Bregović, ülkemizde de çok sevilen bir müzisyen. Birçok şehirde konser verdi, şarkıları Türkçe olarak çeşitli sanatçılar tarafından seslendirildi. 1997 yılında Sezen Aksu ile çalıştığı Düğün ve Cenaze albümünde çalıştı, birlikte bugün hala dinlemeye doyulamayan şarkılara imza attılar. 

İzmir'de 8 yıldır düzenlenen Balkanlılar Halk Dansları Festivali'nde dün gece 2. defa konser verdi Goran Bregović. Kordon'da, çimlerin üstünde binlerce kişi onun şarkılarıyla dans etti. Deyim yerindeyse kurtlarını döktü konsere gelenler. Orkestra çalıp söyledikçe müziğin dilinin önemi kalmadı, herkes ritimlere kapıldı, gitti. Ederlezi'nin ezgileri yükseldiğindeyse, hep bir ağızdan bu ağıta eşlik edildi, Çingeneler Zamanı'nın sahneleri canlandı gözümüzde. Goran Bregović ve orkestrası dün gece İzmirlilere unutulmaz bir gece daha yaşattı, Balkanların rüzgarı dün gece körfezde tatlı bir esinti bıraktı.



2 Ekim 2012 Salı

Hollaback İstanbul

Birinin siz sokakta yürürken arkanızı kolladığını bilseniz nasıl hissederdiniz? Sokakta rahatça, özgürce ve korkusuzca yürümek nasıl olurdu acaba? Bugün dünyada da, ülkemizde de milyonlarca insan bunun nasıl bir duygu olduğunu bilmiyor. Sokak tacizleri bilhassa kadınların hemen hemen her gün başına gelen ve maalesef çoğu zaman karşı koyulamayan, insanın bir anda hayat enerjisini emebilen çirkin bir şey.


İşte Hollaback bunun önüne bir nebze olsun geçebilmek için kurulmuş bir oluşum. 2005 yılından beri dünyadaki birçok kadının derdini anlatabildiği, tacizcilerin ifşa edilebildiği bir sanal oluşum. Burada sokak taciziyle ilgili her konu tartışılıyor, tavsiyeler verilebiliyor ve mağdurlara yardım için organize olunabiliyor. Hiçbir şey yapmamaktan çok daha iyi değil mi?

Hollaback oluşumu dünya şehirlerinde yavaş yavaş yayılırken, dünyanın en büyük ve kalabalık şehirlerinden biri olan İstanbul için de harekete geçilmesi kaçınılmazdı. Türkiye'de sokak tacizlerinin en çok yaşandığı şehirlerden biri olan, özellikle turistlerin aynı oranda sıklıkla tacize uğradığı şehir olan İstanbullu kadınların arkasında artık Hollaback İstanbul var.

Hollaback İstanbul adresinde kadınlar hikayelerini paylaşıyor, tacize uğradıkları yerleri işaretleyerek hemcinslerini uyarıyor, kısacası sessiz kalmamayı tercih ediyorlar. Tacize uğramak çoğu zaman karşılığını veremediğiniz, sizi içten içe yiyip bitiren bir durum haline dönüşebiliyor. Üstelik kolluk kuvvetleri karşısında her zaman ispatlanabilir bir durum olmamasından dolayı mağdurların çözüm için harekete geçmesi pek mümkün olmuyor.

"Ee bunun ne faydası var? Ceza mı alacak yani tacizciler?" diyenler çıkabilir. İnanın, cezayı geçelim, bazen sadece birine anlatabilmek, birinin desteğini alabilmek bile çok faydalı olabiliyor. Hiçbir şey yapamayıp, sessiz kalmaktan kat be kat iyidir. Zaten burada amaç -çok klişe olacak belki ama- farkındalık yaratmak. Üstelik küçük çaplı çözümler bile bulunabilir, mesela bu videodaki gibi:



http://canimizsokakta.com/
http://istanbul.ihollaback.org/
http://www.ihollaback.org/


30 Ağustos 2012 Perşembe

Yunuslara Özgürlük Platformu


Türkiye'deki yunus parklarının kapatılması için mücadele veren platform. Yunus terapisinin gerçeği yansıtmadığını, eğitilen yunusların eğitilirken hangi süreçlerden geçtiğini, nasıl kötü muamele gördüğünü, aslında o duyduğumuz neşeli seslerinin çoğunun neşeyi yansıtmadığını bilimsel verilerle açıkça gözler önüne seriyorlar. Canla başla yunuslar için mücadele ediyorlar, mücadeleleri takdire şayan.

Eskiden, bilinçsizken, yunuslarla ilgili bütün filmleri, dizileri izleyip hayran olan, yunus parklarını ziyaret etmek ve onlarla yüzmek isteyen salak bir çocuktum. İnsanın büyümesi, acı gerçeklerle yüzleşmesidir ya aynı zamanda; dünyada bu sektörün elinin ne kadar kanlı ve sektördekilerin ne kadar suçlu olduğunun yavaş yavaş farkına varmaya başladım. O gün bugündür, yunus parklarının kapatılmasını gönülden destekliyorum.

Yunuslar bir havuzda yüzüp yaşayabilecek canlılar değil. Onların doğalarında, doğal ortamlarında özgürce yüzebilmek var. İnsani tepkiler verebilme yetileri çok yüksek, bu yüzden çok çabuk etkilenebiliyorlar. Yunus parklarındaki şenlikli, alkışlı gösteriler, yüksek ses onları etkiliyor, bunalıma sokuyor ve ölüme sürüklüyor. Depresyona girmiş ve ölmek isteyen bir yunus, normal bir şey mi? Dünyanın en sevimli yaratıklarından biri, düşünsenize, ölmek istiyor. Gülebilen bir hayvan yunus. Çıkardığı o neşeli seslerin hepsinin yok olduğunu düşünsenize.

Danimarka'da gençlerin erkekliklerini kanıtlamak için hunharca öldürdükleri, Japonya'da yine benzer yöntemlerle öldürülerek paketlenip satıldığı hayvanlar yunuslar. Burnundan kıl aldırmayan Birleşmiş Milletler'in bu olaya tepkisiz kalması da cabası. izlemeyenler için The Cove adlı belgeseli öneririm, orada bu vahşetin çarpıcı boyutları açıkça ortaya konulmuş; üstelik eskiden yunus eğitmeni olan bin pişman bir adam tarafından.

Hiçbir hayvan anlık zevklerimiz için köle olmak zorunda değil. Bütün sirkler, parklar ve benzeri eğlence mekanları, aslında o hayvanların yavaş yavaş sonunu getiriyor. Farkında olmak ve bir şeyler yapmak lazım. 

Yunuslar denizlerde, okyanuslarda yaşamalı; havuzlarda, kafes içinde değil.



18 Haziran 2012 Pazartesi

Big Miracle - Büyük Mucize

Gerçek bir balina kurtarma hikayesinden esinlenilmiş şahane bir film Büyük Mucize. 1988 yılında Alaska'nın Barrow kasabası kıyılarına, California'ya göç etmek için yola çıkan 3 California gri balinası uğruyor ve yollarını kaybedip buzulların altında sıkışıyorlar. Tesadüfen bölgede çalışan muhabirlerce fark edilen balina ailesi, buzullardan açık denize çıkmak zorundalar; çünkü yüzeye çıkıp nefes alamadıkları sürece ölmeye mahkumlar. Küçücük bir boşluktan nefes almaya çalışan balina ailesi için önce Greenpeace üyesi Cindy Lowry koşuyor bölgeye. Muhabirler de haber yaparak, önce Amerika'ya, sonra tüm dünyaya seslerini duyuruyorlar. Bölgede balina avcılığı ile yaşamını sürdüren eskimolar bu drama kayıtsız kalamıyor ve onlar da kendi imkanlarıyla balinaları yaşatmak için seferber oluyorlar. Beyaz Saray ve bölgede petrol araması yapan petrol şirketi de devreye girince tüm dünya bu mucizevi çabayı izliyor o yıllarda.

Bu mucizevi hikayeyi Ken Kwapis beyaz perdeye aktarıyor. Başrollerde Drew Barrymore, John Krasinski, Kristen Bell gibi isimler var. Film 2012'de vizyona girdi, öyle pek ses de getirmedi ama gerçekten izlemeye değer; hele ki hayvanlar konusunda hassassanız. Hikayenin aslına sadık kalarak çekilmiş bu film, aslında bizlere çok önemli şeyleri anlatıyor: dünyada yalnızca insanların olmadığını, en az bizim kadar diğer canlıların da yaşamaya hakkı olduğunu, değerli olduklarını...




Olayla ilgili resimler: http://www.adn.com/2010/06/11/1319116/trapped-whales-in-barrow-1988.html#id=1319123&view=large_view

Greenpeace'in gözünden olayın ve filmin hikayesi: http://www.greenpeace.org/usa/en/campaigns/oceans/whale-defenders/Operation-Breakthrough-The-story-behind-Big-Miracle/

11 Haziran 2012 Pazartesi

Dediler Ki...

''Hatırlamak, hele ki üzerinden çok yıllar geçmiş yaşanmışlıkları hatırlamak.. Kimisi net kimisi flu, bir dolu çehre, bir dolu mekan, her türden eşya ve olay geçer gözlerimizin önünden; zaman algısı parçalanır, farklı zamanlardaki anılar tek bir kareye üst üste yığılıverirler. Hangisi önce hangisi sonra ya da hangisi önemli hangisi önemsiz kestiremezsiniz. Seçme yapma şansınız yoktur, hatıralarınızı siz çağırmazsınız, birer davetsiz misafir gibi belleğin derinlerinden çıkıp gelen, kendilerini ısrarla hatırlatan onlardır.''   Gabriel Garcia Marquez - Yüzyıllık Yalnızlık, 1967

"Kimi insanların başkalarıyla arası bozuktur, kendileriyle arası bozuktur, yaşamla arası bozuktur. Bu kişiler tiyatro oynar ve oynadıkları oyunun metnini, yoksun bırakıldıkları şeye göre yazarlar."   Paulo Coelho - Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum, Ağladım, 1994

"'Terk etmek' bana büyük bir söz geliyor. Ben, benden öncekinden kalan boşluğu, benden sonrakine bıraktım: Sana bıraktım. Sen gidersen yerine bir başkası gelecektir. Çünkü yalnız yaşayamaz o."   Buket Uzuner - Ayın En Çıplak Günü, 1986

"Sonradan görme insanlar maymunlara benzerler. Onlarda bir maymun becerikliliği vardır. Bakarsınız yukarılara tırmanıyorlar, tırmanma sırasındaki çevikliklerine hayran olursunuz, ama tepeye ulaştıkları zaman artık yalnız ayıp yerleri görünmeye başlar."   Honore De Balzac - Vadideki Zambak, 1835

8 Haziran 2012 Cuma

Gezi Notları - Ada Sahillerinde Bekliyorum

Havalar güzel, insanın canı bir yerlere gitmek istiyor, değişik bir yerlere. Çarşılar, kafeler artık çok sıkıcı, sıradan. Beton yığınlarının arasından kaçıp doğaya yaklaşmak istiyor insan. Bazı kaçışlar için büyük planlar yapmaya gerek yok, bir anlık kaçışlar da şahane bir güne dönüşebiliyor. "Günübirlik" günü güzel yapıyor.

Adalar'a gitmek ne zamandır aklımdaydı. Sonunda bir fırsat çıktı, düştüm yola. Sabah 9 civarı Eminönü'nde iskeleden atladık tekneye. Haliç'i yara yara Boğaz'a çıktık, havada sabah serinliği var, yüzüne yüzüne vuruyor insanın. Müzikli, eğlenceli bir yolculukla Boğaz'ı geçtik. Mis gibi çaylar içildi, poğaçalar, börekler, kurabiyeler yendi. Sohbet arasında bir ara sesler yükseldi. Denize bakınca tekneyle yarışan yunusları gördük. Uzun zamandır Yunuslara Özgürlük Platformu'nun "Boğaz'da Yunus Gözlemi" videolarını izleyip hayıflanıyordum. Hiç beklemediğim bir anda karşılaşınca öyle mutlu oldum ki, sevinçten dolayı havaya uçmuş olabilirim. Yok ya, dalgadandır o! Yunusların özgürce yüzdüğünü seyretmek çok güzeldi. Keşke hepsi böyle özgür kalsa...

Yunusları geride bıraktık, Boğaz'ı aşıp açık denize çıktık, adalara da yaklaşmaya başladık iyice. Kınalıada'yı es geçtik, Heybeliada'ya doğru seyrettik. Adaya yaklaşırken yunuslar bir daha çıktı karşımıza. Hoplaya zıplaya geçtiler yanımızdan, yine bende kocaman bir gülümseme. 2 saatlik bir deniz yolculuğunun ardından Heybeliada'nın iskelesine yanaştık, atladık karaya. Yol yordam bilmeyince "şuradan gidelim" içgüdüsüyle daldık sokaklara. Çarşısı küçük, birkaç yere bakınıp geçtik, Deniz Lisesi'nde sona eriyor zaten, oradan tek yol var, yemek yemeye de daha vakit varken, Ada'nın üst taraflarına çıkalım dedik, ahşap evlere bakına bakına ara sokaklarda gezindik. Heybeliada'nın hemen hemen her sokağında erik ağacı vardı, dalmalık. Hal böyle olunca ekşi eriklere daldık. Bizim şehirde yediklerimizden daha lezzetliydi sanki, ya da bana öyle gelmiş olabilir. Yok yok, kesinlikle daha lezzetliydi. Mutlaka siz de dalın gidince. Üst taraflarda bir sürü sahipsiz ağaç var, kovalanma riski de yok. Adanın en tepesinde şu an faaliyette olmayan Rum Ortodoks Ruhban Okulu var, ancak oraya çıkmamız mümkün olmadığından yalnızca denizden bakmakla yetinmiş olduk.

Yemek vakti gelince, turla gittiğimizden dolayı önceden ayarlanmış olan tesislere gittik. Ada'ya gelince balıktan başka bir şey yenmez tabii ki. Taze çupralar bol salatayla geldi önümüze. Son zamanlarda yediğim en lezzetli balıklardan biriydi, bak şimdi ağzım sulandı yine. Deniz olan memleketlere gidince mutlaka deniz ürünü yemek lazım, bir kez daha emin olmuş oldum. Herhangi bir yerde yediklerimize asla benzemiyor. Heybeliada'nın son tavsiyesi de balık olsun; tekneye binelim şimdi, sırada Büyükada var...

Tekneyle kısa bir süre içinde Büyükada'ya vardık. İnince iskelede Ada'nın simgesi faytonlarla karşılaştık. İskelenin hemen yanında atların durduğu bir yer var; haliyle kötü bir koku karşıladı bizi. Son dönemlerde faytonların kaldırılması ile ilgili tartışmaların sebebini de anlamış oldum; gerçekten son derece ağır bir kokuydu. Neyse, kokuyu geçelim, güzelliklerden bahsedelim. Önce biraz sahil boyunca yürüdük, incik boncuk satılan yerlere baktık, birkaç bir şey aldıktan sonra sahilden devam ettik. Fenerbahçeli Lefter Sokağı'ndan içeri girdik. Çarşıda kısa bir tur attık. Ada hafta içi olmasına rağmen epey kalabalıktı. Çok fazla turist vardı; özellikle Arap turistler çoğunluktaydı.

Adanın en yüksek tepesinde Aya Yorgi Kilisesi ve Aya Yorgi Manastırı var. Oraya ulaşmak biraz güç ve sabır istiyor. Faytonlarla yukarı belirli bir yere kadar çıkabiliyorsunuz. Ondan sonrası taban gücünüze kalmış. Tepeye çıkan taşlı ve dik bir yol var. Ormanın içinden yukarı doğru çıkıyorsunuz. Yürüyüş en az bir yarım saat sürüyor, baştan söyleyeyim. Benimki en az bir 45 dakika sürdü. Günün en sıcak saatiydi ve sabahtan beri gezdiğim için belirli bir yorgunluk da vardı haliyle. Çıkmak için gözü kara olmak gerekiyor; benimki bir an için kararmıştı sanırım; şimdi düşünüyorum da, çok yordu yol. Ama gezmeye gelmişken mutlaka önemli yerleri görmek lazım; öyle de yaptık.

Aya Yorgi Manastırı kayıtlara göre 1751 yılında inşa edilmiş, daha sonra 1905 yılında da kilise inşa edilmiş. Kilise çanının da olduğu kapıdan manastırın bahçesine giriyorsunuz. İçerisi karanlık, mistik bir havası var. Mum yakıp, kağıtlara dilek yazıp kilisenin içindeki dilek kutularına atıyorsunuz. Kilisenin duvarlarına İncil'den alıntılar asılmış. Kasvetli renklerin hakim olduğu kilisenin tavanlarında ve duvarlarında azizlerin resimleri işlenmiş, büyük ve süslü avizeler içerisini aydınlatıyor. Perde ve duvarla kapatılmış bölümün arkasında aralıksız ilahiler söyleniyor. Gerçekten etkileyici anlardı. Tepeden çevredeki adaların ve İstanbul'un görüntüsü gerçekten muhteşem. Onca yolu tırmanmaya değecek manzara bekliyor yukarıda sizi; bunun için bile değer...

Çıkmak uzun sürse de, inmek yaklaşık 10-15 dakika sürüyor. Faytonla aşağı inmek ise bir 15 dakikanızı daha alıyor. Fayton konusunda ufak bir uyarı yapayım; faytonlara 30 liradan fazla para vermeyin. Bazıları uyanıklık yapıp yüksek fiyat söylüyor, bizzat şahit oldum. Pazarlıkla 20 liraya bile inebiliyorlar, benden söylemesi. İnerken denk geldiğimiz faytoncu etrafı, köşkleri tanıtarak güzel bir yolculuk yaptırdı. "Burada Dudaktan Kalbe çekildi, burada Fatmagül'ün son bölümlerini çekiyorlar, burada Çalıkuşu çekildi" diye anlata anlata indik aşağıya. Anladım ki, Büyükada adeta dizi/film seti olmuş. Olmasa şaşarım zaten, böyle güzel sokaklar, böyle güzel ve görkemli köşklerin olduğu bir yerleşim yeri Türkiye'de sayılı bulunan yerlerden; kıymeti kesinlikle bilinmeli, tadını bozmadan değerlendirmeli.

Büyükada deyince, Lefter'den bahsetmemek olmaz. İsmi Ada'nın sokaklarında, resimleri müzelerde, sokaklarda. Hatırası her yerde Lefter'in, ada halkı onu rahmetle anıyor, özlüyor. Faytonla yanından geçtim, usulca selam verdim, vedalaştım. Huzur içinde uyusun Ordinaryüs...

Bol deniz kokulu, yeşillikli, oksijenli bir gezi oldu. Sonra yine atladık tekneye, istikamet İstanbul'du. Günübirlik geziler için pek âlâ bir seçim Adalar. Hepsine gitmek için gün yeterli olmasa da, birkaçını ziyaret etmek zor değil. Sürekli seferler var, takip etmek ve karar verip yola çıkmak yeterli. Günün yorgunluğu çabuk geçiyor ve size yaşanmış güzel bir hatıra, aklınıza kazınmış güzel manzaralar kalıyor...




31 Mayıs 2012 Perşembe

İnsan


"Yürüyen toprak" demişti bir hocamız. Doğru; tohumu ekiyorsun, besliyorsun, güneşi gösteriyorsun, yağmurla yıkıyorsun, sonra sana mucizevi şeyler veriyor toprak. Bolluğu, bereketi görüyorsun. Bakmayınca, erozyonla yok oluyor, ufalanıyor rüzgarda, dağılıp gidiyor, kuraklığı görüyorsun. Çaresiz bırakıyor, muhtaç oluyorsun.

İnsan da böyle; beslenince büyüyor, gelişiyor. Güneşle besleniyor, suyla yıkanıp paklanıyor. Bilgi ekiyorsun, icat ediyor, yardım ediyor. Bakmazsan solup gidiyor, çürüyor. Boş bırakırsan, yabani ot gibi söz büyütüyor, zarar veriyor. Cahil kalıyor, dünyanın rengine kanıyor. Rüzgar nereye götürürse, oraya sürükleniyor, yok olup gidiyor.

İnsan toprak gibi, hakiki. Büyüyüp beslenirse, bırakacakları baki.


4 Mayıs 2012 Cuma

Imany - Afrika'nın Tatlı Sıcağı

Huzur veren, sıcacık bir ses... Imany'nin sesi Afrika'dan sıcakları getiriyor, insanı baştan aşağı büyülüyor. Akustik müzikle sesini bütünleyen Imany, geçtiğimiz yıldan bu yana Afro-soul müziğin en güzel örneklerini günden güne büyüyen hayran kitlesiyle buluşturuyor.

Nadia Mladjao, nam-ı diğer Imany, Komorlar kökenli Fransız sanatçı. Müziğe yönelmeden önce başarılı bir atletti, sonra düzgün fiziği sayesinde modellik yaptı, Amerika Birleşik Devletleri'nden Fransa'ya döndükten sonra müzik kariyerine adım attı. İlk single You Will Never Know 2011 yılında yayınlandı, ardından aynı yıl içinde The Shape of a Broken Heart adlı albümünü yayınladı. Albüm, Fransa'da Altın Plak kazandı.

Imany müzik dünyasında henüz çok yeni. Taze, çok fazla keşfedilmemiş bir ses. Dolayısıyla dinleyici için gidilecek çok yol var demek, henüz yolun başı. Imany için de öyle; güzel şarkılarla daha çok kalbi fethedecek gibi duruyor. Imany'nin şarkıları kesinlikle dinlemeye değer; klipleri Afrika'nın en güzel görüntülerini taşıyor, görülmeye değer. Eğer henüz bu güzel kadınla tanışmadıysanız, ona bir fırsat verin derim; eminim seveceksiniz.



1 Mayıs 2012 Salı

Dediler Ki...

"Hepimiz ikiyüzlüleşip, diğer insanların çoğunun hayatını numara yaparak harcadığını söyleyebiliriz. Aldatmacalar olmadan yaşamak. Ama kim hepimizin sahtecilik yapmadığını, şu ya da bu şekilde kendimizi kandırmadığımızı söyleyebilir?"  Richard Perez - Kaybedenler Kulübü, 1997

"Düşen mutlu düşer, ne de olsa son nefesini sevdiğinin kollarında vermiştir. Yaşayan ise çıldırmak kalır. Yapraklarını koruyamadıkları için ağaçları kökünden söker, duyarsız sokaklarda naralar atarak dev binalara saldırır. Takati tükeninceye kadar kendini granit dağlara, buzdan denizlere, sisli ovalara, derin göllere çarpar. Sonra... Sonra birden rüzgarın içi boşalır, soluğu kesilir, gökyüzü ile toprağın arasında öylece durur. Ne yapraklara dokunacak gücü kalır, ne şarkısını sürdürecek inadı. Rüzgar, tıpkı bir insan gibi aniden ölüverir."  Ahmet Ümit - Aşk Köpekliktir, 2004

"Bir gün herhangi biri gibi Buenos Aires sokaklarında dolaşırken karşıma bir duvar yazısı çıktı. Soluk bir zemin üzerine boyayla yazılmış dört kelime: 'Patricio, seni seviyorum. Baban'. Elli yıllık hayatımda, bir babanın oğluna ithafen yazdığı bir duvar yazısını hiç rastlamamıştım. Bu sözlerden yola çıkarak pek çok hikaye tasarladım zihnimde. Böylesine basit bir cümle, birinin bir duvara yazdığı 26 harf, o topraklara sinen melankoli ve hüzün hatırlandığında nasıl da destansı ve derin bir anlam kazanmıştı..."  Walter Veltroni - Oğulsuz, 2004

"Asansör kapısı açılır, 'yol arkadaşı'nıza belli belirsiz gülümsersiniz. Sonra konuşması yasaklanmış iki modern köle gibi yere ya da havaya bakara bu tesadüfi buluşmanın bitmesini beklersiniz. Asırlardır aynı mekanda buluştuğu herkesle selamlaşıp konuşmaya alışmış insanoğlunun, çağımızda kendi soyuna yabancılaşmasının ve külliyen suskunlaşmasının sembolik mekanıdır asansör..."  Can Dündar - Uzaklar, 2002



18 Nisan 2012 Çarşamba

Magnifica Presenza - Şahane Misafir

Büyülü gerçeklik akımının beyaz perdede bir yansıması Şahane Misafir. Ferzan Özpetek'in diğer filmlerinde yakaladığı o büyülü hava ve kabul ettirdiği o "hayal ürünü" gerçeklik, Şahane Misafir'in her bir karesinde ince ince işlenmiş.

Aktör olmak isteyen Sicilyalı Pietro'nun tuhaf hikayesi Magnifica Presenza. Roma'ya gelir, bir ev kiralar. İlk defa yalnız yaşayacak ve yalnız uyuyacaktır. Bunu çok istediği için cesaretlidir, tek başına yaşamaya başlar. Ancak kısa bir süre sonra fark eder ki, yalnız değildir; kiraladığı evin misafiridir, şahane bir misafiri...

İtalyan oyuncuların performansları ile film başka bir güzellik sergiliyor. Ferzan Özpetek'in yakın çekimleri mimiklerin önemini, bazen sözlerin yetmeyeceği noktada ifadelerin yetiştiğini anlatıyor bir kez daha. Bu noktada filmin başrol oyuncusu Elio Germano için ayrı bir parantez açmak gerekiyor; Germano beyaz perde için şahane bir oyuncu, Ferzan Özpetek filmi için ise biçilmiş bir kaftan. Şahsım adına geç keşfettiğim, peşini bırakmayacağım bir oyuncu. Filmin sürpriz ismi Cem Yılmaz'a gelecek olursam da, yalnızca komedi ile bu işi kotarmadığını Av Mevsimi'nden sonra Şahane Misafir ile bir kez daha kanıtlamış oldu. Yusuf Antep rolü ile beklediğimin de ötesindeydi. 

Şahane Misafir, Ferzan Özpetek'in dokuzuncu filmi. Her filminde olduğu gibi, onu kendisi yapan detayları filmine aktarmış. Bu yüzden, birçok yönetmenden kendini ayırıyor. "Ferzan Özpetek sineması" çoktan yaratıldı bile. Filmlerinde sizi rahatsız eden bir şeyler var, dürtüyor, rahat bırakmıyor ama bunu iyi bir şey için yapıyor; görmek, farklılıkları anlamak, keşfetmek için.

Magnifica Presenza, benim kendi adıma son zamanlarda izlediğim en güzel filmdi. Belki de birbirine benzer Hollywood yapımlarından sıkılmamdan mütevellit, ilaç gibi geldi. Doktor reçetenize değişiklik yazdıysa, size de bir ilaç lazımsa, şahane bir misafir bekliyor perdede, bir gidip görün derim.


10 Nisan 2012 Salı

Radyo: Kulağa Küpe Olan İcat

Haberleşmeyi sağlayan en önemli icatlardan biri. 1800'li yıllarda önce telgrafın, daha sonra telefonun bulunuşuyla anlık haberleşme ve sesli haberleşme noktasında büyük adımlar atılmıştı ve çok büyük bir olaydı. Ancak haberleşmeyi birden çok kişiyle aynı anda yapabilme fikri, bir milat sayılacaktı.

Guglielmo Marconi, havadan mesaj gönderebilmek için çalışmalar yapıyordu. Yaptığı icat uzak yerlere sesi gönderebilmeyi olanaklı kılıyordu, telsiz uzak yerlere de ses gönderebiliyordu. Marconi, Heinrich Hertz'in bulduğu elektrik kıvılcımlı jeneratörü kullanıyordu. Jeneratörün yaydığı dalgalar Edouard Branly'nin icat ettiği bir alıcı tarafından yakalanıyor, alıcı da bu radyo dalgalarını elektrik akımına dönüştürüyordu. Tam bir takım çalışması!


Marconi yılmadı, hızını aldı; 1894'te oda içine gönderilen radyo sinyalleriyle çalan bir elektrikli zil yaptı, bir kez daha test başarıyla sonuçlandı. 1902 yılında ise bu radyo dalgaları 4800 km'lik Atlas Okyanusu'nu aştı, Abd'ye ulaştı ve İngiltere-Abd arasında ilk radyo mesajı gönderilmiş oldu. Ancak ilk anlaşılır radyo mesajını gönderebilen Alexander Popov oldu. Ah, oldu mu şimdi Marconi!

Dünyada ilk radyo yayını 1902 yılında amerika'da başladı. 1922 yılında ise bugün hala dünyanın en bilinir radyolarından biri olan BBC Radyo Londra'da yayınına başladı.

Lee De Forest ve Edwin Howard Armstrong 1947 yılında radyo teknolojisinde devrim sayılabilecek büyük değişiklikler yaptılar. Tüpler ve devreler kullanarak radyoyu geliştirdiler; özellikle transistorun icadı bu noktada devrim sayılıyor.

1926 yılında dünyada 123 radyo istasyonu bulunuyor ve radyo haberciliği giderek gelişiyordu. Türkiye de bu gelişmeleri yakından takip ediyordu. 1926 yılında İstanbul ve Ankara'da iki telsiz-telefon istasyonu kurma çalışmalarına başlandı. Aynı yıl içinde deneme yayınları yapıldı. 6 mayıs 1927 günü Eşref Şefik Bey mikrofonun başına geçti, "Alo, alo, muhterem samiin. Burası İstanbul telsiz telefonu" anonsunu yaptı. Böylece Türkiye'deki ilk radyo yayını İstanbul'da başlamış oldu. 1928 yılında da Ankara'da ilk stüdyo açıldı.

Trt, 1 mayıs 1964 günü yayınına başladı. İlk programlı radyo yayını 1965 yılında gerçekleşti, haber saatinde bütün stüdyolar ankara stüdyosuna bağlanıyordu.

Bugün radyoculukta dünyanın ve Türkiye'nin geldiği nokta yukarıda yazanlarla kıyaslanınca bir asırlık fark anlaşılıyor. Bugün radyolar uluslararası radyo,ulusal radyobölgesel radyoyerel radyo ve ticari radyo şeklinde kategorilere ayrılıyor; sermayesi ve gücü olan herkes radyo istasyonu kurup yayın yapabiliyor. Bir de ek kategori olarak bizim internet radyomuz, Deü Sözlük Radyo'muz var ki; bugün o büyük makinelerin bulunduğu stüdyolara gerek kalmadan evimizde, pijamalarımızla yayın yapabiliyoruz. Gelinen nokta gerçekten büyüleyici.

Radyo yayını yapmak da büyüleyici, stüdyoya girmek, kulaklığı takmak, makineleri yönetmek, yayına bağlanmak, evinde, işyerinde, arabasında sizi dinleyen insanlara bir şeyler anlatmak gerçekten büyüleyici. Ne güzel ki, bugün teknoloji sayesinde bu hazzı birçoğumuz yaşayabiliyoruz, keyfini çıkartıyoruz. O yüzden yaşasın teknoloji, yaşasın radyolar, yaşasın Deü Sözlük Radyo!



29 Mart 2012 Perşembe

Ruha Şifa Niyetine

"Kalp kırıklığına iyi gelen gönül alan otu gelmiştir. Ruha şifa niyetine." yazsa bir aktarın kapısında, hiç düşünmeden dalarız içeri, hiç birbirimizi kandırmayalım şimdi. Bazen insanlardan beklediklerimizi, beklediklerimiz gerçekleştirmeyecek. Bazen yaptıklarımızı düzeltecek bir ilahi güç gelmeyecek. İşte o zaman başka yollara başvuracak insan, şifa niyetine.

Öyle bir ot mutlaka bir yerlerde yeşeriyor. Dağ köylerinin birinde, bir evde kurutuluyor taş bir odada. Bir gün biri onu çuvallar içinde, bir gemiye bindirecek. Okyanus aşacak, limanlara yanaşacak. Oradan kara yoluyla dağların arasından geçecek, geniş vadileri yaracak. Bir gün bir bakmışız, bir aktarın küfesinde duruyor, ruha şifa niyetine. Sakın çok almayın, başkalarına da kalsın. Herkese yetsin gönül alan otu.

Birkaç dakika demleyin, süzdürün, için. Oh, şifa niyetine. 24 saat içinde kalp kırıklığı azalacak. O ot, o koca dağın tepesinde boşuna yetişmedi. Onu toplayan köylünün taştan evinde boşuna kurutulmadı. Okyanusları aşmadı boşuna, inanın. İyi gelecek.

Birilerinden bir şey beklemek yerine, en başta kendi kendinize kırdığınız kalbinizi kendiniz tamir edin. Kalbi boşlamak, başkalarının eline teslim etmek yanlıştı, kabul edin. Suçu önce başkasına atmaktan vazgeçin. Bir şey kırıldı mı, elinizdeyse siz tamir edin. Bir tutam gönül alan otu alın mesela. Kalp kırıklığına iyi geliyor. Ruha şifa niyetine.

-Hayal dünyasından sevgilerle.-


27 Mart 2012 Salı

Başımıza İşler Bunlar

Bazı şeyler yalnızca filmlerde olur. Buna inandırmışızdır kendimizi. İzlediğimiz karakterlerin yerine kendimizi koyarız rahat rahat, çünkü bazıları gerçekte olamayacak kadar gerçekdışıdır. Kendi kişiliğinizle örtüşmezse, gerçekdışıdır. Hayaletler, ucubeler, vampirler varsa, gerçekdışıdır. Endişelenmek yersizdir. Birileri ölür, birileri aldatılır, birileri ihanet eder, birileri hastalanır, birileri aşık olur... Bunlar da filmlerde olur çoklukla. Bizim başımıza gelenler filmlerde abartıldığı kadar büyük şeyler olmaz büyük ihtimalle. Öyle şeyler filmlerde olur nasılsa. Rahatlayabiliriz. Öyle sanabiliriz. Yanılabiliriz.

Bazı filmler insanın başına gelir. Sıradan insanların başına gelebilir. Sıradan hayatlar alt üst olabilir, paramparça olabilir. Dağılmışsa toparlanabilir. Değişebilir. Kişilikler depremle yıkılabilir, dengeler yer değiştirebilir. "Asla yapmam" denilen şeyler yapılabilir, olabilir. Hayat yalnızca bir tokatla, bir kurşunun yarattığı etkiyi yaratabilir. Bazı filmler insanın gerçekten başına gelebilir. Asla "asla" demeyin. İmkansız sandığınız şeyler, bir gün zaaflarınıza yenik düşebilir. Bazı filmler "bu ben miyim?" sorusuyla birlikte gerçek hayatta vuku bulabilir. 

Sıkı tutunun, irtifa kaybedilebilir. Paraşütsüz atlamak zorunda kalınabilir. İmkansız değil birçok şey; inanın, bazı filmler insanın başına gelir.



12 Şubat 2012 Pazar

Dediler Ki...

"İnsanların büyükşehirlerde neden her şeyi yere attıklarını hep sorarım kendime. Parmaklarının ucuyla sigaralarını fırlatırlar, kullanılmış kese kağıtlarını ellerinden yere bırakıverirler ve karbondioksit emisyonu azaltılmış arabalarının yarı açık camlarından sığan her ne varsa dışarı atarlar ki, eğer iyi buruşturabilirse insan, bu epeyce bir şey demektir. Metropolde yaşayanlar, ortalıkta çok insan gördüklerinden olsa gerek, attıkları şeylerin birileri tarafından kaldıracağını düşünüyor belli ki."  Jürgen Schmieder - Yalan Söylemeyeceksin, 2010
 
"Bu sırada gün batmak üzereydi. Çocuklar vaktin nasıl geçtiğinin farkına varmamışlardı. Güneş ufukta, dağların ardında neredeyse kaybolacaktı. Heidi yeniden otların içine oturmuş, batan güneşin son ışınları ile ışıl ışıl parlayan çiçekleri doya doya seyre dalmıştı. Yaldızlı bir buğu, çayırlara bir tül örtü gibi yayılmış, yükseklerdeki kayalarda kıvılcımlanmaya başlamıştı. Heidi birdenbire yerinden sıçradı, avaz avaz: Peter, Peter! Yanıyor, bak dağlar tutuşmuş yanıyor, karlar da yanıyor, gökyüzü de. Ah, bak ne güzel! Karlar ateş gibi kıpkırmızı. Bak, Peter, bak, atmacanın yuvasını da ateş sardı! Görüyor musun çamları, kayaları, hepsi hepsi tutuşmuş!"  Johanna Spyri - Heidi, 1880

"Kalabalık kent meydanlarında, katedrallerin merdivenlerinde oturup önümden geçip giden yaşamları izlerken aklımda hep, dünyayı herkesin ne kadar farklı algıladığı vardı. Hepimiz aynı gezegende yaşıyorduk ama herkes için başka bir gezegendi burası. Aslında bütün çırpınışımız, kendi dünyamızdaki yalnızlığımızdan kurtulmak değil miydi?"  Oya Ayman - Şapkanın Altındaki Kıta: Latin Amerika, 1998

"Ego, ego, ego. Bıktım, usandım. Kendikiminden de, başkalarınınkinden de. Bir yere varmak, farklı ve ayrıcalıklı bir şeyler yapmak, ilginç biri olmak isteyen herkesten usandım. İğrenç bir şey bu - iğrenç, iğrenç. Kimin de ne dediği umrumda bile değil."  Jerome David Salinger - Franny ve Zooey, 1961


11 Şubat 2012 Cumartesi

Haftamı Şenlendirenler


Haftamın Kitabı: Hakkında daha önce hiçbir şey duymadığım bir kitabı alırken korkarım. Yalan Söylemeyeceksin'i alırken de aynı korkuyu hissettim. Ancak kitabın konusu son derece ilgi çekiciydi ve ben şansımı denemek istedim. Yalan Söylemeyeceksin Alman gazeteci Jürgen Shmeider'in 40 gün boyunca ne olursa olsun dürüst olmaya karar vermesi ve geçirdiği sürecei yazıya aktarmasını konu alıyor. "Dürüst olmak için yollara düşen biri hakkında" mottosuyla yayınlanan kitap; yazarın esprili anlatımıyle akıp gidiyor. Dürüstlüğün nasıl başa bela olduğunu gözler önüne koyan kitap, son zamanlarda okurken en zevk aldığım kitaplardan biri oldu.

Haftamın Filmi: Bu yıl 84. Oscar Ödül Töreni'nde 6 dalda yarışacak olan Moneyball, gerçekte de yaşanmış bir başarı öyküsünü anlatıyor. Oakland Athletics'in yöneticisi Billy Beane'nin küçük bir bütçeyle beyzbol takımını zirveye taşırken neler yaşadığını anlatan Moneyball, akışı yavaş bir film olmasına rağmen sıkmadan derdini anlatıyor. Filmde Brad Pitt, Philip Seymour Hoffman ve Jonah Hill yer alıyor.

Haftamın Albümü: Ünlü prodüktör İskender Paydaş, geçtiğimiz ay çoğu bilinen şarkılardan oluşan yeni bir albüm yayınladı. Sensiz Olmaz, Tavla, Karbeyaz, Arapsaçı, Batsın Bu Dünya gibi şarkıların yeniden düzenlenmesiyle oluşan albümde birkaç yeni şarkı da yer alıyor. Mustafa Ceceli, Özgün, Doa, İrem Candaş, Teoman, Mirkelam, Atiye ve Kerim Tekin'in yer aldığı albümdeki favori şarkım, bana göre bu yazın en çok çalınan şarkılarından biri olacak olan, Kenan Doğulu'nun seslendirdiği Dr.

Haftamın  Dizisi: Uzun zamandır övgüleri kabul eden Shameless'i izlemeye karar verdim ve izlemeye başladım. Bazı diziler, kendisine bağlamak için birkaç bölümü bekler, bazıları ilk bölümde kendisine bağlar. Shameless daha ilk bölümde beni kendisine bağladı. Anneleri kaçıp gitmiş, babaları alkolik olan gallagher kardeşler, kendi başlarına hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. Ağızları bozuk, kalpleri kırık 6 kardeşin hikayeleri kesinlikle izlemeye değer. Şimdilerde 2. sezon devam ediyor. Vakit kaybetmeden başlayın derim.


9 Şubat 2012 Perşembe

Çöp

Yere çöp atmak insanoğlunun içten içe "merhaba doğa, ben senin biraz ağzına sıçıyorum ama, kusura bakmıyorsun değil mi? sen bu boktan durumdan kurtulmanın yolunu bulursun nasılsa." deyip topu taca atarak gerçekleştirdiği bir eylem. Yere gizlice ya da aleni attığı çöp parçasını asfaltın, betonun ya da toprağın emeceğini düşünecek kadar gerizekalı şu insanoğlu. Çöp atmayı normal sayabilecek kadar anormal. Sonra da aynı insanlar "ayy sokaklar ne piisss" deyip gözlerini devirirler.

Evet, ben de bir zamanlar gerizekalıydım. Aleni yapamasam da, elimden kimsenin bakmadığını düşündüğüm bir anda küçük çöp parçalarını yere bırakmışlığım ya da boş paketi sokakta bir yere sıkıştırmışlığım vardır. O lanet çöp kutusu hep uzaktaydı ve sanki bizim ayaklarımız yokmuş da sürünerek gidip daha çok yorulacakmışız gibi gelirdi.

Ben bu iğrenç alışkanlıktan çok küçük bir yaşta, erken kurtuldum. Karşı apartmanda oturan bir dede vardı göçmen, beraber oynadığım arkadaşımın dedesi. ne zaman onların apartmanın merdivenlerine otursak kızardı. "Çöp yapıyorsunuz buraları, yere atmayın yeni süpürdüm" diye şiveli şiveli söylenirdi. Evet, 16 dairelik apartmanın önünü süpürecek ve bundan gocunmayacak kadar titiz bir adamdı. Yerde çer çöp görse bizden bilirdi. Bir kere kovalanmışlığımız vardı. Kendi torununu bile haşlardı bu konuda, bizi nasıl kovalamasın! Karşı apartmanın merdivenleri güzel, en çok orası gölge oluyor, konum itibariyle de iyi; merdivenlerde takılmaktan vazgeçeceğimize başka mahallaye taşınsak daha iyi. İster istemez dedenin kurallarına uymayı öğrendik. Yere çöp atmayı tüm mahalle çocukları olarak bıraktık. Hala atanları "git çöpe at oğlum, dedeye söylerim seni" diye tehditlerle savuşturduk. Biz sokağa çöp atmamayı bazılarının "göçmenler de şöyle bıdı bıdı" diye mana bulduğu, küçümseyen insanlardan değil; göçmen dededen öğrendik. Kendi evinin önünü her gün süpüren, elleriyle çöp toplayıp, bundan bir gün olsun gocunmayan adamdan. Bazen bize kızıyor, rahat rahat oynatmıyor diye kızardım ona çocukken ama, o haklıydı her zaman. Birkaç sene önce kaybettik onu, huzur içinde uyusun.

Cebimde, çantamda bulduğum çöpleri görünce hep bizim dedeyi hatırlarım. 3x5 cm'lik kağıdı buruşturup yere atmak yerine cebime koyduğum için toplumda anormal bir insanım biliyorum. Ha bir de, evde çöp ayrıştırıyorum. Kağıt ve türevleri ayrı torbaya mutlaka, çöplükte biri bulur da ayırır umudundayım. Bir tek hayatımdan ayrıştıramadığım çöp gibi insanlar var. Onları da ayrıştırmayı öğreneceğimi düşünerek, umutlanmaktayım.


 

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı