Düşler Ovası Dediler Ki... Parov Stelar - Electro Swing Ondan Sorulur! Banshee - Karanlık Bir Kasaba Hikayesi The Time Traveler's Wife - Zaman Yolcusunun Karısı

21 Eylül 2010 Salı

Allianoi Yok Olmasın!


Günden güne eriyen bir hasta gibi, Allianoi gözlerimizin önünde toprağa gömülüyor bugünlerde. 12 seneden beri toprağın altından binbir emek ve uğraşılarla gün yüzüne çıkartılmış antik kent Allianoi, yeniden toprağa gömülüyor. Dur diyebilecekler, durmuyor. Allianoi ihanete uğruyor. 

Allianoi antik kenti İzmir'in Bergama ilçesi sınırlarında yer alan tarihi bir kent. Yaklaşık 1800 yıllık bir geçmişe sahip. Prehistorik dönemden günümüze kadar gelebilmiş, tarihi çağlardan izler taşıyan, daha önce yasalarla koruma altına alınmış ancak ihanete uğramış bir kent. İçerisinde Prehistorik döneme ait eşyalar, Helenistik dönemden kalma küçük bir termal merkezi, Roma döneminden kalma yapılar, köprüler, caddeler, sokaklar, Bizans döneminden kalma kilise, metal, cam ve seramik atölyeleri bulunmuştur. Allianoi günümüze gelen dek birçok doğal felakete uğramış, ancak günümüze ulaşmıştır.

Şimdi Yortanlı gölet barajının hayata geçirilmesiyle sular altında kalacak. Proje aynen uygulanırsa, baraja su toplanmaya başladığı gün Allianoi de tamamen sular altında kalacak. Kocaman bir tarih, ömrü tahmini olarak 40-60 sene içinde değişecek olan barajın yapımı için yok edilecek. Bir dünya mirası olarak kabul edilmesi ve özenle korunması gereken bu kent, birilerine rant sağlamak için kurban edilecek.

Allianoi'nin kumla kapatılması işlemine geçtiğimiz günlerde başlandı. Türkiye'nin çeşitli yerlerinden gelen bir grup çevreci, bu vahşeti durdurmak için kendilerini bir vince zincirledi, ancak bu durum da diğerleri gibi hiçbir şeyi değiştirmedi. Çeşitli çevre ve doğa derneklerince bu yürütmenin durdurulması amacıyla çeşitli çalışmalar devam ediyor. Ancak birçok konuda geç kalmış, yerine getirilmemiş adaletin, hukukun, Allianoi'nin yok olması sürecinde bu kadar çabuk işlemiş ve yerine getirilmiş olması oldukça ilginç. Muhtemelen bu ve bunun gibi daha birçok yazıdan yükselen çığlıkları kimse duymayacak. Allianoi, tüm çabalara rağmen yok olacak.

Bir gün çocuklarımıza bir masal anlatacağız: "Bir varmış, bir yokmuş. Binlerce yıl önce mutlu insanların yaşadığı bir kent kurulmuş. Herkes orada şifa bulurmuş. Sonra bir gün bıyıklı amcalar gelmiş, baraj yapmak için koca bir kenti sular altına gömmüş. Bir zamanlar orada yaşayan insanlar, asıl şimdi ölmüş..."

Allianoi yok olmasın!

Lütfen!

17 Eylül 2010 Cuma

Doğru Türkçe


Uyarı: Birazdan okuyacağınız bu yazı yüksek dozda ukalalık içermektedir.

Evet, ben takıntılıyım. Türkçeyi doğru kullanma, doğru yazma konusunda fena halde takıntılıyım. İlköğretimi bitirdiysen, ortaöğretimi bitirdiysen, üniversite okuyorsan hele bir de, doğru yazacaksın kardeşim! İster resmi bir kâğıt olsun, ister içinizi döktüğünüz bir blog sitesi, isterseniz de bir paylaşım sitesi. Doğru yazın mutlaka! Dilimiz bize miras değil mi? Öyle öğretilmedi mi bize? Ee, o zaman neden düzgün yazamıyoruz? Neden yanlışlarımızı giderme konusunda yaşımızla doğru orantılı gelişemiyoruz? Biz neden Türkçeyi bilmiyoruz?

Susuyorum, susuyorum ama vallahi gördükçe sinirlerim tepeme çıkıyor! Yahu bütün eğitimlerini tamamlamış bir insan, görgülüyüm, bilgiliyim diye geçinen bir insan, bağlaç -de,-da ekini kelimeye bitişik yazıp, bir de -te,-ta şekline nasıl çevirir? Aklım almıyor benim...

Bu yazıyı, Türkçede en çok yapılan yanlışları gözler önüne sermek için adadım. Ben bildiğimi anlatacağım kardeşim! İster ukalasın deyin, ister başka bir şey. Susamıyorum, anlatacağım.

Önce en çok yanlış yazılan kelimelere bir göz atalım. Sanıyoruz ki, şivemiz gereği ağzımızdan çıkan sesler, kelimede de o şekilde geçiyor. Hayır, değil! Açın, bakın imla kılavuzuna Allah aşkına, değil! Herkes kelimesi mesela, bir bakıyorum "herkez" yazıvermişler. Korkunç! Yahu, nerede gördün o 'z'yi? Sonra yanlış kelimesi var mesela, o da dilin tembelliğinden dolayı ağızdan çıktığı gibi "yalnış" şeklinde yazılıyor. Bir de bu kelimeye karşıt bir kelime var, sıkça yanlış yapılıyor, o da: Yalnız. Bazılarınca "yanlız" diye yazılabiliyor, yanlış! Türkçede 'l' ve 'n' seslerinin yan yana gelmesi dili zorlayıcıdır. Bu yüzden ağızdan çıkan sesleri duyduğumuz şekilde yazmak gibi bir gaflete kapılıyoruz, nasıl da çirkin duruyor ama, yapmasak keşke! Şimdi bir de çikolata meselesi var. "Çukuluta" falan değil o işte. Bildiğin çikolata! Teknolojik terimler girdi bir de hayatımıza, içlerinde boğuluyoruz adeta. "Şarz" denmez mesela, şarj'dır o, yabancı bir kelimedir ama olsun, Türkçe'ye böyle geçmiştir. "Çünki" diye bir şey yoktur mesela, çünkü'dür doğrusu. Saymakla bitmeyecek o kadar çok şey var ki, en sık kullanılanlardan aklıma gelenler bunlar şimdilik.

Gelelim şu ayrı-bitişik yazma meselesine. Asıl beni delirten mevzu. Önce tipik kelimelere bir göz atalım. En çok kullandığımız günlük kelimeler 'şey'li kelimeler, bizim kurtarıcımız adeta! Bir şey ayrı yazılır, nokta. Araya koy boşluğu, bu kadar. Doğrusu bu, doğru yaz, üşenme, öğren. Vallahi ben böyle yapıyorum, hiç üşenmiyorum. Açıyorum, bakıyorum doğrusuna, oh içim rahat! Her şey de ayrıdır. "Birşey", "herşey" diye yazılmazlar, yanlış. Görüyorum, bazen 'an'lı kelimeler de yanlış yazılıyor. Bir an doğrusu, "biran" değil. O zaman başka anlama geliyor. Şu an doğrusu,"şuan" değil. İkisi ayrı yazılması gereken ve tek başına anlamı olan kelimelerdir. Biraz kelimelerin yazımına mantıkla yaklaştığında, kelimenin doğrusunu bulacaksınız zaten. Bulamazsanız da, imla kılavuzu var, TDK var, internet var, hemen bulabiliyorum ben, çok basit!

Şimdi gelelim asıl meseleye; bağlaçların ayrı, iyelik eklerinin bitişik yazılmasına. Bağlaç -ki'nin yazılışları herkesin kafasını çok karıştırıyor. Bitişik yazılanlar, sıfat anlamındakiler mesela: Parktaki, masadaki vs. İyelik zamiri anlamındaki -ki de bitişik yazılır: Seninki, onunki gibi. Bazı kalıplaşan sözcüklerde de -ki eki daima bitişiktir: Oysaki, mademki, illaki, halbuki, sanki vs. Zaman bildiren anlamda -ki de bitişik yazılır: Akşamki, sabahki vs. Ayrı yazılan -ki bağlaç anlamında olanlardır, kullanıldığı cümle içinde cümleleri, yan cümleleri bağlar: Öyle ki, elbette ki, tabii ki, nasıl ki, demek ki, ta ki, ne var ki, sen ki gibi daha birçok örnek...

Sırada -de, -da'nın ayrı yazımı var; hiç bilmediğimiz, hiç dikkat etmediğimiz, beni en çok delirten yanlış! Ek olan -de, da bitişik yazılır sadece. Bulunma hali olduğu durumlarda bitişik yazacaksınız bu kadar basit: Evde, geçenlerde, sende vs. Cümleyi bağlayan, vurgu yapan -de, -da ayrı yazılır. "Bırakıp da gittim." derken, sen "bırakıpta" yazan arkadaşım, beni çok güldürüyorsun, yapma! Yahu Türkçede nerede gördün o yazımı? Ağzından öyle çıkıyor diye, kağıtta da öyle yazacak değil ya! Doğrusu budur, böyle yaz. Bağlaç olan ile ek olan -de, -da'yı ayırmanın mantıksal ve çok kolay bir yolu var. Cümle içinde kullandığınızda, cümleden çıkarın; eğer cümle anlamsız kalıyorsa o -de, -da bitişik yazılacaktır. Ama çıkardığınızda anlamını yitirmiyorsa ayrı yazılacaktır, öyle bitiştirip bir de sertleştirmeye çalışıp -te, -ta yazıp aptallık yapmaya gerek yok, doğrusu böyle! "Okumayı da öğrendim, yazmayı da." Çıkarın bu cümleden -da'yı, anlamını çok da yitirmiyor değil mi? O zaman aynen böyle ayrı yazacağız. 'Dahi' anlamında kullanılan -de, -da'yı ayrı yazacağız. Diğer bütün ekler ismin hali eklerindendir, bitişik olacaktır kelimeye.

Ben doğru yazarsam, beni okuyan da doğru yazacak, ben buna inanıyorum. Türkçeyi yabancı kelimelere kurban ettiğimiz şu çağda, korumak ve kollamak bizim elimizde. Hele ki, şu yaşa gelmişsek, eğitim almışsak, yanlış yazmak bir utançtır bence. Ben yanlış bildiğim her kelime için utanıyorum, uğraşıp, araştırıp düzeltiyorum. Herkesin de utanması ve düzeltmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yazıyı da "aklıma mukayyet" olmak için yazıyorum.

Doğru Türkçe için ben varım, siz de var mısınız?

http://www.tdk.gov.tr/

13 Eylül 2010 Pazartesi

Demokrasinin Keskin Kılıcı


Demokrasi, milletçe bir türlü kabullenemediğimiz ve anlayamadığımız bir olgudur. 12 Eylül referandum sonuçlarıyla bunu bir kez daha görmüş bulunmaktayız.

Sonuçların açıklanmasıyla birlikte hayır'cıların evet'çileri aptal ilan etmesi -ki bu en iyi sıfat-, evet'çilerin başka bir şey kazanmışçasına el ovuşturmalarını izlemeye başladık. Anayasanın oylandığını, bu ülke için ne kadar önem arz ettiğini unuttular adeta. Hayır'cıların ağza alınmaz küfürlerini hayretler içerisinde izlemekteyim. Demokrasinin bir hak olduğunu ve kişinin bu hakkını istediği gibi kullanabileceğini unuttuk değil, bilmiyoruz resmen. Sonuçlara şaşıranınız var mı sahi? Ben hiç şaşırmadım. Anayasanın ne olduğunu bilmeyenlerin, ne işe yaradığını bilmeyenlerin, maddelerin ne anlama geldiğini bilmeyenlerin büyük bir çoğunluğu oluşturduğu bir ülkede yaşıyoruz. Her an, her saniye ağzımıza geleni söyleyebildiğimiz sanal platformlarımız varken, sınıflarında sobayla ısınmaya çalışan küçük çocukların çığlığını duyuramadıkları bir toplumda yaşıyoruz. Eğitim çürük temeller üzerine kurulmuşken, demokrasiden nasıl bahsederiz? Bilmediğin bir kağıda mühür basmak, demokratik bir duruş mudur? Hele ki, nereye mühür basacağını kafana vura vura söyleyen birileri varken, demokrasi nasıl kalır hayatta? Sonunda korktuğumuz rejimlere dönüşecek bir canavar olmaz mı demokrasi elimizde?

Büyük, kocaman gökdelenler dikiyoruz. Sadece bir açıdan baktığımızda her şey mükemmel. Sadece bir açıdan baktığımızda okuma-yazma oranı, kişi başına düşen milli gelir, dış borç, her şey harika. Peki, gökdelenlerin arkasına bakıyor muyuz? Derme çatma evleri görebiliyor muyuz? O evlerin içinde yaşayan ve demokrasiyi sadece mitingte liderler bas bas bağırırken duymuş, ne anlama geldiğini öğrenebilecek bir yordamı olmayan insanları görebiliyor muyuz? Hayır, görmüyoruz. Görmek istemiyoruz. Herkesin, her şeyi bilmesi tehlikeli görülür bazılarınca. Yoksun olmak, fakir edebiyatının okuyucularını arttırır zira.

Nasıl bir ülkede yaşıyoruz biliyor musunuz? Anayasa referandumu için boykot kararı alındığı, boykota uymayanların molotof kokteylleri ile yakıldığı, oy kullanmaması için her türlü zulmün yapılabildiği, sandık taşıyan askeri aracın saldırıya uğradığı, referandum kampanyalarının rant aracına dönüştüğü, zaten pek bir şey bilmeyen halkın, hiçbir şey bilememesi için her şeyden mahrum bırakıldığı, oy kullananların sadece bir basamak olarak görüldüğü ve zamanı geldiğinde ezilip geçileceği, darbenin her zaman bir tehdit unsuru olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Dolayısıyla böyle bir ülkeden ne sağlıklı bir anayasa, ne tam bir demokrasi ne de bunların gerektirdiği düzgün bir referandum bekleyebiliriz.

O yüzden ne karşıt görüşlere küfür etmeye gerek var, ne de Aziz Nesin'in demek istediği şeyleri çarpıtarak kılıf uydurmaya. Aptal olmayalım, bu sonuçları biz istedik çünkü. Taze bedenlere sağlıklı bir ortam sağlamadan, taze beyinlere hukuk, demokrasi, anayasa bilinci sağlamadan yeni bir nesil yaratmaya çalışıyoruz. Yanlış başta, anlamıyor muyuz? Cehaleti ortadan kaldırmak gerek, eğitim gerek, neden anlamıyoruz?

Demokrasinin keskin kılıcı, bazılarının başını gövdesinden ayıracaktır muhakkak. Önemli olan başımızı eğeceğimiz zamanı öğrenebilmek.

5 Eylül 2010 Pazar

Haftamı Şenlendirenler




Haftamın Kitabı: Uzun zamandır kütüphanemde okunmayı sabırla bekleyen kitaplarımdan biri olan Kuzey Yanım Ayazım, sonunda raftan indi, hafızamda kayda başladı. Büyük, kocaman bir kitap Kuzey Yanım Ayazım, hem boyut, sayfa olarak, hem de içinde barındırdıkları açısından. Gazeteci Fügen Ünal Şen'in kaleme aldığı Kuzey Yanım Ayazım, 1950-2000 yılları arasında geçen olayları, gazetelerden yola çıkarak Kız Kulesi'nin ağzından anlatıyor. Siyasetten sanata, edebiyattan spora, Türkiye'nin 50 yılında yaşadığı tüm önemli olayların yer aldığı bu değerli kitabı, bitirince uzun uzun anlatacağım sizlere.

Haftamın Filmi: Geçtiğimiz Mayıs ayında vizyona girmiş olan Unthinkable, "düşünülemez" dediğimiz birçok şeyi düşünmemizi ve görmemizi sağlayan bir aksiyon ve gerilim filmi. Amerikan vatandaşı Müslüman bir teröristin şehrin farklı birkaç yerine yerleştirdiği bombalarla ülkesini tehdit etmesi, istediklerini yaptırmak adına devlet adına çalışan azılı bir işkencecinin işkencelerine maruz kalmasını anlatıyor film. Zaman geliyor işkenceci devletin yanında, zaman geliyor teröristin yanında buluyorsunuz kendinizi. Dünyanın her yerine yayılmış terör olaylarının sebeplerini, gelişmelerini ve sonuçlarını görmenizi sağlayan filmin başrollerinde Samuel L. Jackson, Carrie-Anne Moss ve Michael Sheen paylaşıyor. Dram ve aksiyonu bir arada sevenlerin kaçırmaması gereken bir film fikrimce.

Haftamın Albümü: Calypso müziğinin dünyaca ünlü isimlerinden biri olan Metin Ersoy'un, kendisi gibi müzisyen oğlu Emir Ersoy ve grubu Projecto Cubano ile çıkardığı yeni albümü Yaşama Bir Şans Ver, müzik marketlerde yerini aldığı gibi bende de yerini aldı. Salsa, rumba, guaguanco, timba, cha cha, merengue ritimleri taşıyan bu harika albüme ünlü sanatçılar destek verdi. Ajda Pekkan, Kenan Doğulu, Funda Arar, Ayça Varlıer, Metin Ersoy, Yaşar, Deniz Seki, Kubat, Deniz Seki, Tuğba Özerk ve Emre Altuğ'un en güzel şarkılarıyla yer aldığı albümün tüm gelirlerinin sokak hayvanları için bağışlanacağını öenmle belirtir, mutlaka bu müzik şölenine kulak vermenizi öneririm.

Haftamın Dizisi: Uzun zamandır ha izledim, ha izleyeceğim deyip kenarda tuttuğum dizilerden birini sandıktan çıkardım sonunda: How I Met Your Mother... Evet, tepkileri duyar gibiyim ama ne yapayım, o kadar çok ki takip ettiğim diziler, bu şahane diziye bir türlü sıra gelmemişti. Yıllar geçtikçe etkisi dalga dalga yayılan How I Met Your Mother, özellikle gençler arasında adeta bir fenomen haline geldi. Çok fazla anlatmaya gerek yok sanırım, bilmeyen, haberi olmayan da pek yok gibi. 15 gün sonra 6. sezonuyla yeniden izleyicisiyle buluşacak bu komediyi hala izlemeyenler varsa başlasın, yetişsin bana, biz de aramızda Barney esprileri falan yapalım, kıskanıyorum.


2 Eylül 2010 Perşembe

"Yenilmez"


Ben bir şeyi çok sevdiysem, mutlaka iz bırakmıştır bende. Bir şarkı, bir şiir, bir film, bir dizi, bir kitap... Hepsinin izi vardır bende, bugün buraya yazdıklarımda. Öylesine sevemem ben hiçbir şeyi, benim yüklediğim anlamı taşıyabilmeli mutlaka... One Tree Hill da benim 7 senedir en sevdiğim televizyon yapımlarından biri oldu. Lise yıllarım onunla geçti. Neden sevdim diye sorarsanız; bana o kadar güzel şarkılar, o kadar güzel şiirler kattı ki, çoğaldım ben bildiklerimle. Boşa izlemedim, hep bir şeyler aldım ondan.

Bir şiir vardı, seneler önce ilk duyduğum günden beri aklımdadır, bayılırım sözlerine. Baş karakterlerden edebiyat aşığı Lucas, bir bölümün sonunda bu şiirden bir pasaj okuyordu. Bir çarpılma anıydı adeta. Ne güçlü, ne inançlı, ne güzel bir şiirdi. "Kaderimin efendisi de benim, ruhumun kaptanı da..." diye sonlanıyordu. Hemen yazdım bir kenara, sonra araştırmaya koyuldum. Önce şiirin tamamını, sonra da orjinalini ve yazarını buldum:

İnvictus, yani "Yenilmez", 1875 yılında İngiliz şair William Ernst Henley tarafında kaleme alınmış. William Ernst Henley, 1849-1903 yılları arasında yaşamış İngiliz şair, eleştirmen ve editör. Yazdığı bu şiir, tüm dünyada tanınmasını sağlamış. Henley, yazdığı şiirlerle bir dönem Nelson Mandela'ya eşlik etmiş. İnvictus, Oklohama'da yaşanan bombalama olaylarından sonra idam edilen Timothy McVeigh'in idam öncesi son sözleri olarak okuduğu, Robert Louis Stevenson'un Define Adası'ndaki Long John Silver karakterini yaratırken esinlendiği, Clint Eastwood'un 2009 senesinde çektiği filmine ilham kaynağı olan muhteşem bir şiir. Benim de hayatımda özel bir yeri vardır, bir nevi "yenilmez" hissettirir...


İnvictus

Beni örten geceden,
Maden ocağı gibi siyah kutuptan kutba,
Minnettarım hangi tanrılara olursa olsun     
Fethedilemeyen ruhuma.

Durumun devrilen pençesinde
Ne göz kırptım ne de yükses sesle ağladım.
Şansın döven sopasının altında

Kafam kanlı, fakat bükülü değil.

Bu gazap ve gözyaşları yerinin ötesinde
Gölgenin dehşeti hayal gibi görünür,
Ve gene de senelerin tehditleri
Bulur ve bulacaktır beni korkusuz.

Önemi yok geçit ne kadar düz,
Sarılan kâğıt ne kadar çok cezayla dolu olsa da,
Kaderimin efendisi de benim,

Ruhumun kaptanı da...

William Ernst Henley (1875)

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı