Düşler Ovası Dediler Ki... Parov Stelar - Electro Swing Ondan Sorulur! Banshee - Karanlık Bir Kasaba Hikayesi The Time Traveler's Wife - Zaman Yolcusunun Karısı

27 Kasım 2011 Pazar

Haftamı Şenlendirenler

Hep Yaşın 19 by MFÖ on Grooveshark



Haftamın Kitabı: Üniversitede okuduğum bölümü sevmemin sebeplerinin başında, bazı hocalarımızın kendi kitapları yerine dünyaca ünlü yazarların kitaplarını ders içinde okutması gelir. Uygarlık Tarihi dersinde de bu yıl şanslıydım; birkaç güzel kitapla tanıştım. Onlardan biri Avustralyalı tarihçi Gordon Childe'in kitabı: Tarihte Neler Oldu? İnsanlığın dünyaya geliş zamanlarından başlayarak çağlar boyunca geçirdiği evrimleri, uygarlıkları yaratmalarını, onların geçiş sürecinde neler olduğunu ve hangi sebeplerle gelişme sağlandığını anlatan kitap, sıkıcı tarih kitaplarının aksine hikayeleştirilerek yazılmış olmasından akıcı bir kitaba dönüşmüş. Eğer tarih kitaplarını seviyorsanız, ilk çağlara, ilk insanlara, antik çağ medeniyetlerine, Mezopotamya'ya, Ege'ye ilginiz varsa, tarihe bir de Gordon Childe'in anlatımıyla bakın derim.

Haftamın Albümü: Uzun zamandır beklediğim albümlerden biri de MFÖ'nün albümüydü. 2006 yılından bu yana hayranlarını bekleten efsane grup, önce Hep Yaşın 19 ile havayı kokladı, ardından yeni albüm Ve MFÖ görücüye çıktı. Açıkçası, beklentilerimi epey yüksek tuttuğumdan, yeni albüm ile fazla tatmin olmadım. Eski efsane albümlerini bir kenara bırakırsam, 2006 yılında çıkan AGU, beklentilerimi hala yüksek tutmamı sağlayan bir albümdü; içinde hala bayılarak dinlediğim şarkılar var. Yeni şarkılara alışmak biraz zor gibi duruyor, ilk dinlediğimde vurulduğum bir şarkı da olmadı, o yüzden biraz hayal kırıklığı yaşadım ama olsun, MFÖ müzik yaptığı sürece haftalarımı şenlendirmeye devam edecek. Dinleyin, bakalım siz neler düşüneceksiniz!

Haftamın Filmi: Daha öncelerde izleyip yazmaya fırsatım olmamıştı ama yazmak şart; zira son zamanlarda izlediğim en güzel komedi filmiyle karşılaştım: Horrible Bosses Önce kadroyu sayalım, böyle kadrolar komedi filmlerinde bir araya kolay kolay gelmiyor çünkü: Kevin Spacey, Jennifer Aniston, P. J. Bryne, Colin Farrell, Jason Bateman, Charlie Day, Jason Sudeikis ve diğerleri... Patronlarıyla başları dertte olan üç arkadaşın başına gelenlerin anlatıldığı film, tam "Hangover" tadında bir komedi. Epey güldürüyor, iyi vakit geçirtiyor. İmdb'de de puanı oldukça iyi, belli ki benim gibi bayılan çok olmuş. Tavsiye edilir şiddetle, izleyiniz, gülünüz efendim. (Dipnot: Colin Farrell'a dikkatle bakınız.)

Haftamın Dizisi: Size Happy Endings'ten bahsetmemiştim değil mi? Ya da bahsettiysem, konuyu yine açayım; çünkü Happy Endings ikinci sezon onayı aldı, başladı ve şahane gidiyor, daha çok güldürüyor bu sezon. Her şey son anda evlenmekten vazgeçen ve düğünden kaçan gelinle başladı, ki kendisi Alex olur, geride kalan Dave mutsuzdur, onu teselli etmek arkadaşlarına düşer: Evli çiftimiz Brad ve Jane, aşk hayatı son derece umutsuz olan ve çabalamaktan hiç vazgeçmeyen Penny ve tabi ki komedilerin olmazsa olmaz gey karakteri Max. Ancak sağlam arkadaş grubu ortak olunca Alex ve Dave ister istemez sürekli bir araya geliyor, lakin karakterlerin her biri öylesine komik, öylesine deli ki, hüzünler birkaç saniyede komediye dönüşüyor. Kısa süreli komedi sevenler kaçırmasın derim; Happy Endings 2. sezonuyla Abc ekranlarında tam gaz devam ediyor.

23 Ekim 2011 Pazar

Yeni Keşif Güz Dizileri '11

Yeni yayın sezonu ile birlikte Amerikan kanalları da birer birer yeni dizilerini görücüye çıkarmaya başladı. Seçtim, izledim, beğendim, yazdım.

Üzerinde çalışıldığı konusunda çıkan haberler basına yansıdığından beri, birçok bilimkurgu dizisi hayranı izleyici tarafından merakla beklenen Terra Nova, sonunda izleyicinin karşısına çıktı. Craig Silverstein ve Kelly Marcel'in yarattığı, yapımcılığını Steven Spielberg'in üstlendiği dizi, 2149 yılında dünyanın yaşanmaz bir hale gelmesi ile insanlığın yeni bir gezegende Terra Nova adında bir yaşam alanı kurma mücadelesini anlatıyor. Dinozorların, garip bitki ve hayvanların arasında, insanlığı yeniden kurmaya çalışan Terra Nova'ya gönderilmiş bir grup insan, bir yandan doğa ile mücadele edip gelişmeye çalışırken, diğer yandan gruptan ayrılan isyancı grup Altılılar'la mücadele ediyor. Son derece ilginç sahnelere sahip bilimkurgu dizisi Terra Nova, bu türü sevenler için son dönemin kaliteli dizilerinden. İmdb puanı son bölümlerde düşüş gösterse de, şimdilik yayını güvende gibi duruyor. Dizinin akibetinin ne olacağını merak etsem de, ben yine de bir şans verilmesinden yanayım, en azından Steven Spielberg hatrına.

Filmlerin, televizyon dizisi haline getirilmesi şu sıralar pek revaçta bir durum yapımcılar için. Charlie's Angels da, Abc ekranlarında yayınlanmaya başladı. Hepimizin iyi bildiği hikaye, dizide meleklerden birinin ölümüyle başlıyor; daha sonra aralarına yeni bir melek katılıyor ve Charlie'nin talimatlarıyla meleklerimiz görevden göreve koşuyorlar. Yapımcılarından biri de eski meleklerden ünlü oyuncu Drew Barrymore. Charlie's Angels, görsel açıdan son derece başarılı bir yapım gibi gözükse de, Abd'de seyirciler tarafından pek ilgi görmedi, pek çok Abc dizisi gibi iptal edildi. Charlie's Angels hak etmediği bir iptal aldı fikrimce, yine de merak edenlere tavsiye ederim.

Ekranların efsane dizilerinden The O.C.'nin başrol oyuncularından Rachel Bilson, seneler sonra CW ekranlarında başlayan yeni dizisi ile televizyon dünyasına dönüş yaptı. Bilson, Hart of Dixie'de yeni mezun bir kalp doktorunu canlandırıyor. New York'ta kalp cerrahisi üzerine uzmanlaşmak isteyen Zoe Hart, burs alamaması üzerine, mezuniyetinden bu yana peşini bırakmayan bir doktorun iş teklifini kabul ederek Alabama'ya yerleşiyor. Zoe'nin kasaba halkına kendini kabul ettirme sürecini anlatan Hart of Dixie, şimdilik yeni sezon onayı alacak gibi duruyor. Sıcak, sakince bir kasaba dizisi izlemek isteyenler, bir baksın derim.

Gelelim komedi dizilerine. Eylül ayında başlayan komedi dizilerinin birçoğu sezonun tamamını göremeden iptal kararlarıyla karşılaştı. Belki de hala, efsane komedi dizilerinin tam gaz devam etmesi ve izleyici kitlesinin bu dizilerde kemikleşmiş olmasının bunda büyük bir rolü olsa da, New Girl, bu şanssız dizilerin arasından sıyrılmayı başardı. Başrolünde 500 Days of Summer'dan yakinen tanıdığımız Zooey Deschanel'in -ki kendisi "new girl" oluyor- rol aldığı New Girl, sevgilisinden yeni ayrılan ve evsiz kalan Jess'in, 3 erkeğin yaşadığı eve 4.  olarak yerleşmesini konu alan komedi dizisi. Uçuk kaçık bir karaktere sahip Jess'in aynı evde 3 erkekle yaşaması ile ne kadar enteresan diyalogların geçebileceğini tahmin edersiniz. New Girl şimdilik Fox'tan tam sezon onayı aldı, 2. sezon onayı alması da yakındır. Güzel bir yapım, tavsiyemdir.


7 Ekim 2011 Cuma

Dediler Ki...



"Sözcükler böyledir işte, durmadan kılık değiştirir, birbirinin peşine takılırlar, ne yöne gittiklerini bilmezler sanki ve içlerinden ikisinin ya da üçünün, ya da dördünün, örneğin bir kişi adılının, bir zarfın, bir eylemin, bir sıfatın kendi halinde öylece birdenbire ortaya çıkıvermesiyle, heyecanımız cildimizin yüzeyine ve gözlerimize kadar karşı konulmaz biçimde yükselir, duygularımızın içine hapsolduğu barajı yıkar, kimi zaman da bu basınca dayanamayan sinirlerimiz olur, çok fazlasını yüklenmiştir, her şeyi yüklenmiştir, cendere içindedir."   Jose Saramago - Görmek, 2004

"Diana'nın cenazesi taşınırken sarayın önündeki çiçek dağına iliştirilmiş bir iskambil kartında bir kupa kızı gülümsüyor ve altında şu cümle okunuyordu: Sen destenin en iyisiydin. "   Can Dündar - Yakamdaki Yüzler, 2007 

"Henüz 10 yaşında bir çocuktum. Bir gün elimde bardakla güneş ışığını yakalamak istedim, düştüm, elim kesildi, dayak yedim. Dışarı çıktım güneş orada su birikintisi üzerinde dolaşıyordu... Işığı tutmak için suyu çiğnemeye başladım, yine dayak yedim... Çünkü üstüm başım çamur olmuştu..." Maksim Gorki - Ana, 1906


"İnsanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor..." Sabahattin Ali - Kürk Mantolu Madonna, 1943



30 Eylül 2011 Cuma

Daha Çok


Yazmayı silmekten, konuşmayı susmaktan, vişneyi kirazdan, tütün kolonyasını limon kolonyasından, suyu gazozdan, uyanmayı uyumaktan, papatyayı sardunyadan, baharı yazdan, mumu karanlıktan, müziği sessizlikten, siyahı beyazdan, sütlü tatlıyı şerbetli tatlıdan, ormanı çölden, tuzu şekerden, denizi karadan, hayvanları insanlardan, yürümeyi koşmaktan, sakinliği çılgınlıktan, Susam Sokağı'nı çıkmaz bir sokaktan, gülümsemeyi somurtmaktan, sükuneti asabiyetten, Arnavut kaldırımını asfalttan, mektubu elektronik postadan, lavanta kokusunu parfümden, akustik gitarı klasik gitardan, dereotunu maydanozdan, affetmeyi kinden, kavuşmayı özlemekten, domatesi salatalıktan, çocuk kalmayı büyümekten, 90'ları 2000'lerden, gerçeği yalandan, gökyüzünü yeryüzünden, besteyi güfteden, Türk kahvesini ecnebi kahvelerden, huzur vereni gönül alandan, mutlu etmeyi mutlu olmaktan, Galata Kulesi'ni Saat Kulesi'nden, Akdeniz iklimini karasal iklimden, bahçeli evi apartman dairesinden, kaseti cd'den, köyü şehirden, rakıyı şaraptan, kabak çekirdeğini ay çekirdeğinden, ev yemeğini hazır yemekten, romanı öyküden,  şükretmeyi şikayetten, sevmeyi nefretten daha çok sevdim.


10 Eylül 2011 Cumartesi

Stephen King - Gerilimin Büyük Ustası

Çocukluktan bu yana en sevdiğim yazarlardan biridir Stephen King. O'nu birçok yazardan farklı kılan ve tüm dünyada tanınmasını sağlayan şey, korkuyu ince bir işçilikle kitaplarına işleyip, okuyucuya ulaştırabilmesi. Günümüzde gerilim, kurgulaması hayli kolay ve kendini tekrar eden bir halde seyrederken; Stephen King'in aklının derinliklerinde yarattığı eşi, benzeri olmayan öyküleri, bugün O'nu zirvede tutmayı başarabiliyor.

Usta yazar Stephen Edwin King, 1947 yılında Portland, Maine'de doğdu. 1966 yılında kolejden mezun olarak Orono Maine Üniversitesi'ne girdi. Öğrencilik süresince okulun haftalık gazetesi The Maine Campus'te yazılar yazdı. Üniversiteden mezun olduktan sonra, 1971 yılında üniversitenin kütüphanesinde tanıştığı Tabitha Spruce ile hayatını birleştirdi. Öğretmen olarak iş bulamadığı için labaratuvarda çalışıyordu; bu dönemde bazı erkek dergilerinde yayımlanan hikayeleri büyük ses getirdi. Hamden Koleji'nde öğretmenliğe başladığı sıralarda, roman ve kısa hikayeler yazmaya devam ediyordu.

Stephen King'in ilk romanı Göz (Carrie) 1973'te yayınlandı. Roman ve hikayelerin yanı sıra senaryo da yazmaya başladı, ardından kendi çektiği filmlerde rol aldı. 1974'te Colarado'ya taşınan King, burada Medyum (Shining) adlı kitabını yayımladı, 1975'te ise tekrar Maine'e dönerek Mahşer'i (The Stand) yayımladı.

Stephen King, yazdığı birçok roman, öykü ve senaryo ile korku ve gerilimin en büyük ustalarından biri oldu. Yarattığı sayısız eserle birçok ödüle ulaştı, kısa sürede kitapları tüm dünyada en çok okunanlar arasına girdi. King, Türkiye'de de büyük bir hayran kitlesine sahip (ki ben de onlardan biriyim). Stephen King'i okuyucularla buluşturan Altın Kitaplar, O'nun sayesinde iyi satış rakamlarına ulaştı. Çağrı (The Dead Zone), Tepki (Firestarter), Kujo, Hayvan Mezarlığı (Pet Cematary), Sadist (Misery), Şeffaf (The Tommyknockers), Ruhlar Dükkanı (Needful Things), Yeşil Yol (The Green Mile), Rüya Avcısı (The Dream Catcher), O (It), Kemik Torbası (Bag of Bones), Karanlık Öyküler (Everything's Eventual) ve daha birçok kitabı Türkiye'de yayımlandı. 

Stephen King'i efsaneleştiren Kara Kule serisi ise başlı başına bir makale konusu. King'in fantastik dünyasında yarattığı Roland adlı son silahşörün "geçip-gitmiş" dünyanın kötü gidişatına son vermek için Kara Kule'ye, varlığın merkezine yaptığı maceralı yolculuğu anlattığı seri, şimdilik 7 kitaptan oluşuyor. 1982 yılında Kara Kule: Silahşör'ü (The Gunslinger) yazan King, ilerleyen yıllarda sırasıyla Kara Kule II: Üç'ün Çekilişi (The Drawing of the Three), Kara Kule III: Çorak Topraklar (The Waste Lands), Kara Kule IV: Büyücü ve Cam Küre (Wizard and Glass), Kara Kule V: Calla'nın Kurtları (Wolves of The Calla), Kara Kule VI: Susannah'nın Şarkısı (Song of Susannah) ve Kara Kule VII: Kule'yi (The Dark Tower) yayımlandı. Bu süreçte, başta ABD olmak üzere, dünyanın birçok yerinde fanatikler yaratan Kara Kule serisi, adına açılan sayısız site, bilgisayar oyunları, incelemelerle adeta bir fenomen haline geldi. Serinin sekizinci kitabı olan Kara Kule VIII: Anahtar Deliğinden Sızan Rüzgar (The Wind Through The Keyhole) 2012'de okuyucularla buluşacak.

Stephen King'in birçok kitabı, televizyon ve beyazperdeye uyarlandı. Golden Years, The Shining, Rose Red, The Dead Zone, Kingdom Hospital, Nightmares & Dreamscapes ve Haven ünlü televizyon dizileri arasına girdi.  The Shawshank Redemption (Esaretin Bedeli), The Green Mile (Yeşil Yol), Dreamcatcher (Rüya Avcısı), Secret Window (Gizli Pencere), 1408, The Mist (Sis) filmleri beyazperdede iyi gişe hasılatları elde etti. 

Tüm bu başarılardan sonra Stephen King'in ismi korku-gerilim ile birlikte anılıyor; bazı kişiler yazarın herkesinki gibi normal bir hayatının olmadığını, aksine hastalıklı bir ruh yapısına sahip olduğunu düşünüyor. Gerilim unsurlarını bu derece ustaca kullanan, ürkütücü betimlemeleri ve şaşırtan kurgulamalarıyla okuyucuyu oldukça etkileyen bu usta yazarın hayatının, ünlü olduğu sürece merak konusu olması son derece doğal.  Stephen King, yarattığı hayal dünyasında yaşıyor ve şahane eserler ortaya çıkarıyor. "Canavarlar gerçek, hayaletler de. İçimizde yaşıyorlar, ve bazen, onlar kazanıyor." derken son derece haklı aslında. Kendini canavarlara, hayaletlere, doğaüstü canlılara inandırmayı başaramamış bir yazarın, okuyucuyu inandırması nasıl beklenebilir ki! Stephen King, tüm meraklı bakışlara, eleştirilere bakın nasıl bir yanıt veriyor: "Bazıları benim korkunç bir kişi olduğumu düşünüyor! Hiç de bile! Bende bir çocuk kalbi var: Masamda ve bir kavanozun içinde..."



9 Eylül 2011 Cuma

Dediler Ki...

"Ve üzüntün geçtiğinde - çünkü zaman bütün acıları iyileştirir- beni tanıdığına memnun olacaksın. Daima benim dostum olarak kalacaksın. Benimle birlikte gülmek isteyeceksin. Ve zaman zaman, sadece bunun için gidip pencereyi açacaksın... Gökyüzüne bakarken güldüğünü gören arkadaşların buna çok şaşıracaklar. Sen de onlara: “Ah, evet, yıldızlar beni hep güldürürler” diyeceksin. Onlar da senin deli olduğunu düşünecekler. Görüyorsun, sana ne kadar kötü bir oyun oynadım...”   Antonie de Saint-Exupéry - Küçük Prens, 1943

"Zamanın iki yüzü var, dedi kendi kendine Hayyam, iki boyutu; uzunluğunu güneşin seyri belirliyor, kalınlığını ise tutkular."   Amin Maalouf - Semerkant, 1988

lümcül düşüncelerini hafifletirdi bir insanın varlığı belki. Belki de anlatmaya çalıştın birilerine. Kim bilir? Anlatamadın; belki o insanın yüzüne bakar bakmaz anlatmanın yararsızlığını gördün..."   Oğuz Atay - Tutunamayanlar, 1971

"Birbirine çarpan iki elin sesini biliriz. Ya çarpan tek bir elin sesi nedir?"   J. D. Salinger - Dokuz Öykü, 1948



26 Ağustos 2011 Cuma

Çiçek Sineması


Sene 1995. Çorlu'da tek bir sinema vardı o zamanlar; Çiçek Sineması. Koca şehrin tek sineması, eski püskü biraz ama perdesi boş kalmıyordu. Çarşıda karton afişleri gördüğümü hatırlıyorum gelip geçerken. Belki de çok ısrar ettik çizgi filmleri görünce babama; Aslan Kral gelmişti. Dünyanın birçok yerinde çocuklar akın ediyordu bu filme, gidilmez mi?

İlk sinema deneyimi. 1995 yazı. Nasıl heyecan ama. Çiçek Sineması'nın kırmızı deri koltuklarını hatırlıyorum, bazı yerleri yırtık. Açılıp kapanan koltuklar. Bir çocuk için biraz ürkütücü; ya sıkışıp kalırsam? Elimle sabitleyip oturuyorum. Nasıl oturulacağını öğrenmeli, daha çok çizgi film gelecek, yolda. Televizyonda gördüm, Disney çok film çekiyormuş. Hepsine gitmeli, çok güzelmiş hepsi.

Aslan Kral perdede. Güzel başlıyor, çok geçmeden ölüyor iyi aslanlardan biri. Çocuksun ya, iyiler hiç ölür mü? İyilerin de öldüğünü ilk defa Aslan Kral'da öğreniyorum. Kabullenmesi zor tabi, birazcık ağlıyorum. Sonra filmin akışına kapılınca unutuyorum. Filmin sonunda kötülere karşı iyiler kazanıyor, rahatlıyorum. Bildiğim gerçeğe ulaşmanın haklı sevinci. Çocukluk böyle olmalı, hep iyiler kazanmalı hayatta. Bazen çocukluğunu yaşayamayan çocukları düşünüyorum; kötülerin dünyasında sıkışıp kalanları. Üzülüyorum. Çocukken şanslı olduğumu anımsayıp, şükrediyorum.

Bir zamanların Çiçek Sineması. Şimdi yerinde yeller esiyor. Çocukken film izlediğimiz tek sinema. İlerleyen yıllarda başka sinemalar da açılıyor şehirde. Hiçbiri Çiçek Sineması'nın yerini tutmuyor. Daha güzel koltuklar, daha büyük bir perde, daha iyi bir ses sistemi değil aradığım. İnsan bazen eskiyi özlüyor; eski püskü sinemaları. Yazlık sinemaları özleyen büyükleri daha bir iyi anlıyorum. Zamana yenik düşen her güzel şey özleniyor; özlüyorum.

Dediler Ki...



"Siz de farkında mısınız, günümüzde hayatı nasıl beynimizde devasa prangalarla yaşadığımızın? Örgütsüz, savruk ve yalnız yakalandığımız yaman bir tufanda, tek tek hapsedildiğimiz hücrelerimiz içinde nasıl gönüllü bir esarete mahkum edildiğimizin farkında mısınız? "   Can Dündar - Yarim Haziran, 1998"

"Hayat asla üstümüzü örtmeyen bir battaniyedir, sadece yüzümüzü gizler."   N. H. Kleinbaum - Ölü Ozanlar Derneği, 1989

"...Her neyse, hep büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum gözümün önüne. Binlerce çocuk, başka kimse yol ortalıkta -yetişkin hiç kimse, yani- benden başka. Ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. Ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum. Bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. Ben çavdar tarlasında çucukları yakalayan biri olmak isterdim. Çılgın bir şey bu, biliyorum, ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim. Biliyorum, bu çılgın bir şey."   Jerome David Salinger - Çavdar Tarlasında Çocuklar, 1945

"Dünyaya gözümüzü açıyoruz ve o anda, tüm yaşamımızı bağlayacak bir sözleşme imzalamış gibi oluyoruz. Ne var ki, günün birinde bir an gelir 'bu imzayı benim yerime kim attı' diye sorabiliriz."   Jose Saramago - Görmek,  2004





20 Ağustos 2011 Cumartesi

Biz Nereye?

Müsaitseniz, size gelecektim. Küçük adımlarla.
Büyük adımlardan aklım karışıyor.
Siz, bu yüzyıla zar zor ayak uydurmaya çalışan insanlar!
Her şeyi normalleştirince çirkin oluyorsunuz.
Birini kandırmak hala normal değil bu yüzyılda.
Ah, yaşadığınız çağı bilmiyorsunuz!
Ben mesela, her şeyi anladım. O yüzden sıkıntılıyım.
Rahat duramıyorum olduğum yerde. Olduğum yeri sevmiyorum.
Posta kutusundan el yazısı ile yazılmış bir mektup alacağım güne uyanmak isterim aslında.
Sırf bu yüzden Dr. Emmett Brown'dan bir makine daha yapmasını isteyebilirim.
Öyle geleceğe falan dönmek istemem. Başka bir makine olacak bu, o yüzden.
Ne, imkansız mı diyorsunuz? Hadi oradan!
İmkansız olan şu çağda yaşıyor olabilmemiz hala.
Neyse, ben yanıma bir Marty McFly da isterim. Bir kahraman gerek bu uzun yolculukta.
Ama onu nereden bulacağıma dair şüpheliyim.
Aramaya devam, pes etmeyeceğim.

Müsaitseniz, içinize biraz şüphe tohumları serpecektim.
Sahi, siz yaşıyor musunuz hala? Hem de bu lanet çağda?


15 Ağustos 2011 Pazartesi

Yeni Keşif Yaz Dizileri '11


Efendim, daha önce bahsetmiştim; yazın gelmesinin tek kötü yanı televizyon dünyası açısından yaşadığımız hayal kırıklıklarıdır. Çok sevdiğimiz diziler birer birer sezon finallerini yapıp ekrana bir süreliğine veda ederler, biz izleyiciler de bilmem kaç ay, bilmem kaç gün kalmış diye hesaplar yapıp, yayınlanan kısa fragmanları takibe alırız. Ancak televizyoncuların son birkaç yıldır farkına vardıkları bir durum var: Yaz aylarında da izleyici potansiyelinin azımsanmayacak kadar iyi olması. Bunu gören kanallar, yavaş yavaş yaz dizilerine gereken önemi göstermeye ve son yıllarda birbirinden kaliteli yapımları piyasaya sürmeye başladılar.

Yaz dizilerinin de yavaş yavaş sezon finallerini yapmaya başladıkları Ağustos ayında, yaz dizileri incelemesi gerekli diye düşündüm. Bakalım bu yaz hangi dizileri izlemişiz, hangileri tutunmuş ve yoluna devam edecekmiş. İşte favorilerim, buyrunuz!

Sezonun en çok beklediğim yapımlarının başında Falling Skies geliyordu. Uzaylılarla insanların arasındaki savaşı her daim sevmiş olmam ve projenin başında bulunanlardan birinin Steven Spielberg olması, heyecanımı arttırmıştı. Falling Skies, Haziran'ın sonlarına doğru TNT ekranlarında başladı. Uzaylıların istilasından kurtulmayı başarmış bir grup insanın yaşam mücadelesini anlatan Falling Skies, izleyicilere bolca dramla soslanmış bir hikaye sunuyor. Başrollerinde ER'dan tanıdığımız Noah Wyle'ın yer aldığı dizi, geçtiğimiz hafta 10. bölümü ile sezon finalini yaptı ve şimdiden 2. sezon onayını aldı. Bilim-kurgu sevenlere tavsiye edilir!

Geçen yıl başlamadığım için hayıflandığım bir dizi çıktı karşıma: The Big C. 2010 yazında başlamış bu şahane dizi, bu yaz 2. sezonu ile Showtime ekranlarında kara mizahın en güzel örneklerini sunuyor. Kanser teşhisi konmuş bir kadının yaşamının nasıl değiştiğini anlatan The Big C, hem dramatik, hem de komik sahneleri ile izleyiciyi bir anda kendisine bağlayıveriyor, ki ben bir anda bağlanıverdim. Başrollerinde Laura Linney ve Oliver Platt'in rol aldığı dizi, kanser deyince bildik sahneleri aklınıza getirmesin. Türk izleyicileri olarak bolca arabesk katılmış dramlara alışık olduğumuzdan, mümkün mertebe kaçacak delik arayanlardansanız, bu diziden kaçmanıza gerek yok! The Big C, işe nereden başlayacağını ve nereye kadar gideceğini iyi biliyor, gözlerinizin yaşlanmasına fırsat vermeden şahane sahnelerle gülümsetiyor. Dizinin ayrıca ülke çapında yürütülen kanser için erken teşhis kampanyalarının önderlerinden olduğunu hatırlatır, bu güzel yapımı kaçırmamanızı öneririm.

Hatırlar mısınız bilmem; Michael J. Fox'un en meşhur olduğu dönemlerdi, genç bir kurtadam vardı liseye giden. Dolunayda değişimlere uğruyor, sonrasında tüm ailesinin kendisi gibi olduğunun farkına varıyordu. Hatta çizgi filmi bile çekilmişti bu hikayenin, kurtadamlar oldukça revaçtaydı. Son yıllarda yapılan vampir filmlerinde bir de kurtadamlar (kurtadamlarla vampirlerin düşmanlığını hatırlayın) mutlaka bulununca, dizi yapımcıları bir kurtadam hikayesini ekrana getirmeye karar verdi. Haziran ayında Mtv'de yayınlanmaya başlayan Teen Wolf, şimdiden 2. sezon onayını aldı bile. Liseye giden Scott McCall'ın bir kurtadam tarafından ısırılması ile kurtadam dönüşmesi sonrası yaşadığı olayları anlatıyor. Son derece bildik bir hikayesi var ve çerez diye tabir edilen izlenecekler kısmına dahil edilebilir. Yalnız unutmayın ki; efsane Teen Wolf'u izlemiş olanlar hiçbir zaman o tadı bulamayacaklar.

Benim kış döneminde keşfettiğim ancak son 3 yazdır devam eden, geniş bir izleyici kitlesine sahip White Collar var sırada. Bu dizi hakkında söyleyecek çok şeyim var ama önce söylemek istediğim; kesinlikle çok güzel. FBI'a bağlı White Collar ekibinin başındaki ajan Peter Burke, yıllardır peşinde olduğu Neal Caffrey'i yakalamayı başarmış, ancak çözmesi zor birçok dava ile karşı karşıya kalmaya devam etmektedir. Neal Caffrey'in üstün zekası ve sanat eserleri ile ilgili engin bilgilerinin farkında olan Burke, onunla bir anlaşma yapar: Caffrey, White Collar ekibine danışmanlık yapacak, bu süreler de cezasından düşülecektir. Ortaklığın kedi-fare oyununa dönüştüğü White Collar, ilginç dava hikayeleri ve karakterleri ile sıkı bir izleyici kitlesi yarattı kendine. 3 sezondur devam eden White Collar geçtiğimiz hafta 10. bölümle ara tatile girdi, kış dönemi içinde yeni bölümlerle yine ekranlarda olacak. Başrollerinde Matt Bomer, Tim Dekay ve Willie Garson'ın rol aldığı White Collar, kesinlikle izlenmesi gerekenler listemin üst sıralarından göz kırpıyor.




15 Temmuz 2011 Cuma

Dediler Ki...


"Düşsel planda kadın son derece önemlidir; gerçek yaşamda ise tümüyle önemsiz. Şiiri baştan başa kaplar, tarihte hiç görülmez. Kurmaca yazında kralların ve  fatihlerin yaşamlarına hükmeder; gerçek yaşamda ailesinin parmağına bir yüzük geçirdiği herhangi bir oğlanın kölesidir..."   Virginia Woolf - Kendine Ait Bir Oda, 1929

"Tanrım, bize ruhlarımızı üflerken, elbette bir bildiğin vardı."   Bedia Ceylan Güzelce - 1473, 2011

''Hatırlamak, hele ki üzerinden çok yıllar geçmiş yaşanmışlıkları hatırlamak.. Kimisi net, kimisi flu, bir dolu çehre, bir dolu mekan, her türden eşya ve olay geçer gözlerimizin önünden; zaman algısı parçalanır, farklı zamanlardaki anılar tek bir kareye üst üste yığılıverirler. Hangisi önce, hangisi sonra ya da hangisi önemli, hangisi önemsiz kestiremezsiniz. Seçme yapma şansınız yoktur, hatıralarınızı siz çağırmazsınız, birer davetsiz misafir gibi belleğin derinlerinden çıkıp gelen, kendilerini ısrarla hatırlatan onlardır.''   Gabriel Garcia Marquez - Yüzyıllık Yalnızlık, 1967

"Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum, dedi. Bu eksiklik sana değil, bana ait... Bende inanmak noksanmış... Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanmadığım için sana aşık olmadığı zannediyormuşum... Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar.... Ama şimdi inanıyorum... Sen beni inandırdın. Seni seviyorum. Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum... Seni istiyorum... İçimde müthiş bir arzu var... Bir iyi olsam!"   Sabahattin Ali - Kürk Mantolu Madonna, 1943



13 Temmuz 2011 Çarşamba

Kıyının Ötesi

- Peki bu hayal kırıklıkları? diye sordu Yorgo.
                                       
                                   - Boşver be Yorgo, geçecek hepsi. Daha önce de geçmedi mi?
                                                                                               
                                                                                                     Karşı kıyıdan Yorgo, yorgunca gülümsedi.






9 Temmuz 2011 Cumartesi

Nerede O Eski Şarkılar?


Sezen Aksu'nun son albümünü dinlerken sordum başlıktaki soruyu. Bulunduğumuz şu vakitte o kadar kötü albümlerin arasında birkaç iyi albüme tutunurken, insan Sezen Aksu'yla büyüyen bir nesile vâkıf olunca bel bağlayıveriyor işte! İyi bir albüm geliyor diye medet umuyor, umutlanıyor insan, "bakarsın umduğundan iyi geçer yaz" deyiveriyor.

Girişteki cümlelerden bir tahmin yürütmeye kalkarsanız "eyvah, albüme kötü, berbat diyecek" sonucuna varabilirsiniz ama hayır! Geçmişin hatrına kötü bir söz çıkmaz ağzımdan. Sadece bir hayıflanış benimki, eskiye özlemle karışık bir sükut-u hayal. İnsanoğlu hep daha iyisini istemeye alışık ve bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi, anlamadım. Beklemesek hayal kırıklıkları azalır mümkün mertebede. Ama daha iyisi varken, neden azla yetinelim, değil mi?

Sezen Aksu'nun en iyisini yapabileceğini bilecek kadar iyi tanıyorum şarkılarını, yüzlercesi ezberimde. O şarkıları söyleye söyleye vaktiyle eskiden yaşadığı eski İzmir sokaklarında dolaşmışlığım var. Her müziksever gibi şarkılarında ağlamışlığım, gülmüşlüğüm var. Başka birinin sesinden duyduğum bir şarkıyı "bunu kesin Sezen Aksu yazmış" diyecek kadar iyi biliyorum kelimelerini. Hal böyle olunca, son birkaç albümdür Minik Serçe'yi tanıyamama, anlayamama durumu nüksetti bende. Önce Deniz Yıldızı albümünde hissettim bunu. Önümde Allahaısmarladık, Serçe, Sevgilerimle, Ağlamak Güzeldir, Firuze, Sen Ağlama, Git, Sezen Aksu '88, Sezen Aksu Söylüyor, Gülümse, Deli Kızın Türküsü, Işık Doğudan Yükselir, Düş Bahçeleri, Düğün ve Cenaze, Adı Bende Saklı, Deliveren, Şarkı Söylemek Lazım, Yaz Bitmeden, Bahane albümleri varken, nasıl hissetmezdim ki? İnsan hep içine bütünüyle işleyen eserler bekliyor Minik Serçe'den. Deniz Yıldızı albümünü alıp ilk dinlediğimde Sezen Aksu'nun bir geçiş döneminde olduğunu ve ufak ufak bir dönüşüm göstereceğini sezinlemiştim. Kendi de o albümü anlatırken bunun sinyallerini veriyordu aslında, farklı şeyler yapmak istediğini anlatıyordu. Sonra Yürüyorum Düş Bahçelerinde albümü geldi birkaç sene içinde. İki albüm vardı içinde; başka sanatçıların seslendirdiği Sezen Aksu şarkıları ve 4 yeni şarkı. Koşa koşa gittim aldım, o sevdiğim şarkıları sahibinin sesinden dinlemek güzel bir deneyim olacaktı, yani öyle düşünmüştüm. Ancak o altyapıyı, o düzenlemeleri duyunca adeta şok geçirdim. Sezen Aksu'da günümüz sound(!)'larına ayak uydurmuştu. Ben tabi Onno Tunç, Uzay Hepari, Atilla Özdemiroğlu, Goran Bregoviç tınılarını içine çeke çeke müziği sevmiş biri olarak, Sezen Aksu hep öyle kalacak sandım ama ah zamane müziği! Sezen Aksu oğlu Mithatcan ile çalışmış, hatta onun parçalarını seslendirmiş, kendini ona teslim etmişti. Ama dedim ya zamane müziği diye; zamane müzisyenleri de derinlikten pek anlamıyor azizim! Anlayanları parmakla sayıyoruz vallahi.

Yeni albümünü her şeye rağmen merakla beklemekteydim. Yine bir umut, ah o umut! Sezen Aksu Öptüm albümünü geçtiğimiz aylarda yayınladı, albüm kapağına "Bakarsın umduğundan iyi geçer yaz" diye bir not da ekleyerek. Eğer aradığımı bulabilseydim belki benim için bu dilek gerçekleşebilirdi ama yine olmadı. Sezen Aksu bu albümünde belki o zamane müziğinden vazgeçmiş olabilir fakat bu defa çok daha büyük bir sorun var ortada: Şarkılar. Şarkıların kendisi, bestesi, güftesi artık bir Sezen Aksu klasiği olmaktan çıkmış, bunu fark ettim. Acı gelse de bunu hissettim dinlerken. Gönül isterdi ki geriye dönelim. Ya da geriye dönmeye ne lüzum var? Sezen hala aynı Sezen aslında, istese yine yapabilir. Yalnızca özüne dönmesi gerek. O şarkılar geri gelebilir, biliyorum ben. İşte o zaman "nerede o şarkılar" diye sormaya yeltenmeden kulağımın pasını silebilirim. Kararlıyım, bekleyeceğim.



12 Haziran 2011 Pazar

Düşler Ovası


Gece vardım bu ovaya, kimse görmemiştir. Sabah vardığım yerde uyandım. Gece düş görmedim, kimse de görmemiştir. Gündüz düşleri yaşar bu diyarda. Yüksek yerlerde yaşayan insanların gündüz düşleri vardır. Sen görmek istemezsen, görmezsin. Bu insanların başka düşleri vardır; bir de aşka düşüşleri. O ovadan aşağıki vadiye yuvarlanır; dizleri parçalanır, dirsekleri kanar gibi aşka tutulurlar. Bizim bildiklerimizden başkadır. Ben bilmem mesela. Bir kalbe aşık olunca bir çiçeğe, çimene, kuşa da aşık olurlar. Gündüz düşleri vardır buraların. Ben görmem mesela. Birine tutulmaları vardır buraların. Hem de ne tutulmalar... Sen, ben bilmeyiz, bilemeyiz. Boşluğa düşer gibi düşeriz, kanar bir yerlerimiz.

Gece bastım toprağa, kimse duymamıştır. Belki bir karınca, belki dikeni kendine bir kirpi. Bir yılan geldi yanıma, dokunmadan bin yıl yaşadı. Sabah bastığım yerde uyandım. Bilemedim bu ovaya nereden yuvarlandım. Kimse bilmemiştir. Başka hayatlar beslenir burada. Bu toprak, bu hava, bizim bildiklerimizden başkadır. Ben geldim bu ovaya, bu dağı, taşı, çiçeği, ağacı, kuşu, böceği, insanı gördüm. Yaraları vardır insanoğlunun, yaraları gördüm. Her birini hatırlar; yuvarlandığı yerlerden hatıralardır. Herkesin bildiği kendine, derin yaralarıdır. 


10 Haziran 2011 Cuma

Haftamı Şenlendirenler




Haftamın Kitabı: "Murat Kekilli, albümüne verdiği "Yedialtı" adının anlamı sorulunca,"Bu toplum henüz bunu öğrenmeye hazır değil, "cevabını vereli 8 yıl... David Copperfield'in gösteri sırasında sahneye çıkarak yok ettiği Atilla Taş, geri döner dönmez nasıl kaybolduğunu açıklayarak şovu yok edeli 12 yıl... Pink Floyd, "The Wall" albümleri ile yaptıkları katkı nedeniyle, İngiliz Milli Tuğla Dağıtıcıları Birliği tarafından şeref listesine alınalı 20 yıl oldu..." Fırat Budacı'nın hazırladığı, Uykusuz Dergisi'nin klasiklerinden biri haline gelmiş köşesi "Kaç Yıl Oldu?" kitap olarak basıldı. Acayip oolayların, acayip insanların ve sözlerin ne zaman olduğunu hatırlatan ve hatırlatırken de kahkaha attıran bu keyifli kitabı haftamı şenlendiren olarak kaydediyor, tavsiye ediyorum.

Haftamın Albümü: Teoman, 2 yıllık aranın ardından beklenen yeni albümü "Aşk ve Gurur"u piyasaya sürdü. Türkiye'nin rock müzikte başı çeken sanatçılarından biri olan Teoman, 9. solo albümünü geçtiğimiz ay yayınladı ve ilk klibini Tek Başına Dans isimli şarkısına çekti. 10 şarkıdan oluşan albümde, Fransız rock sanatçısı Calogero'ya ait müziğin yanı sıra Barlas Erinç, Volga Tamöz, Mabel Matiz, Deniz Durukan gibi isimler de yer alıyor. Albümün öne çıkan şarkılarından, İrem Candaş'ın eşliğiyle Bana Öyle Bakma, benim de favori şarkım. Teoman bütünüyle baktığımızda, adına yakışır güzel bir albüm hazırlamış, keyifli dinlemeler...

Haftamın Filmi: Bu aralar sürekli keyif verecek, eğlendirecek filmler arayışındayken, Just Go With It arayışlarıma cevap verdi. Başrollerinde Jennifer Aniston ve Adam Sandler'ın rol aldığı Just Go With It, kesinlikle eğlenceli ve sıkmayan bir film. 1969 yapımı Cactus Flower adlı yapımın yeniden çekimi olan film, estetik cerrahı Danny Maccabee ve asistanı Katherine'in birbirlerine iyilik yapmak için karı-koca rolünü üstlenmeleri ve olayların giderek karmaşık bir hale gelmesini konu alıyor. Türkiye'de Hayatım Yalan ismiyle vizyona giren Just Go With It, Adam Sandler ve Jennifer Aniston'ın yanı sıra bir de bonus olarak Nicole Kidman'ın komedi oyunculuğunda da ne kadar başarılı oladuğunu gözler önüne seriyor. Sırf oyuncu kadrosu için bile izlenecek bu film tavsiye edilir.

Haftamın Dizisi: Bir cinayet ve akabinde o cinayeti çözmeye çalışan dedektifler, cinayet zanlıları, şüpheliler... Hepimiz bu tarzda tipik filmler/diziler izlemişizdir. The Killing, Amerikan dedektiflik yapımlarından bazı noktalarda sıyrılıyor. Seattle polis departmanı dedektiflerinden Sarah Linden, görevini bırakmak üzereyken Rosie Larsen cinayetiyle yeni hayatına dair tüm planlarını ertelemek zorunda kalır. Yerine atanan Stephen Holder ile kısa bir süreliğine partner olmak zorunda kalıp, bu cinayeti çözmeye çalışırlar. İşte hikaye de bu noktada başlıyor. Bu diziyi farklı kılan şey ise, Seattle'ın kasvetli havası ve olayların ağır işlemesine rağmen seyirciyi içine çekmesi. Aile dramasını oldukça gerçekçi yansıtan The Killing, bir yandan da seçim kampanyalarına değinerek olaylara başka bir açıdan da yaklaşıyor. Başrollerinde Mireille Enos, Bill Campbell, Joel Kinnaman, Michelle Forbes ve Brent Sexton'ın yer aldığı The Killing, 13 bölümle 1. sezonu tamamlamak üzere. Cinayet üzerine kurulu aile dramalarını sevenler için, birçok dizinin yokluğunda izlenebilecek kalitede.


1 Haziran 2011 Çarşamba

Önce Kendin Ol Kadın!

Ben artık "bu dünyaya çocuk getirmek istemiyorum, çünkü..."cülerle konuşmak istiyorum. Neden hayallerimiz sadece giyeceğimiz gelinlik modeli, evleneceğimiz adamın tipi, işi, parası ve doğuracağımız çocuk sayısıyla kısıtlı? Yapacak daha iyi bir şeylerimiz yok mu sahi? Okulu bitirip apar topar yüzük takan tipler, şu yüzyılda fazla demode kalmadı mı sahi kuzum? Hadi, bu hassas konu için son derece amiyane bir tabir olan "demode" lafını kaldıralım, gerçekten hayalleriniz burada mı bitiyor? Ya da tüm hayaller burada mı başlıyor diye sorsam, daha doğru olacak sanırım.

Bu dünya için iyi bir şey yapmadan aile kurmak, çoğalmak... Yaşadığımız şu çağda teknoloji hariç başka hiçbir şey iyiye gitmezken, yarın ne olacağını düşünmeden, hiçbir şey yapmadan, kötü gidişe dur demeye yeltenmeden çocuk sahibi olanları ve dünyasını tamamen bunun etrafında döndürenleri kafam almıyor artık benim. Her şey çok güzelmiş gibi, aşktan gözünü kör edip, hem kendisini hem de karşısındakini kısıtlayan kimseleri anlayamıyorum, çok üzgünüm. Hele daha yolun başındayken kendini kocasına ve çocuğuna adayan kadınları hiç anlamıyorum!

Kadının işi salt üremek değil, üretmek de var doğasında. Önce üretip, kendimizi çoğaltmamız lazım. Zaten bu dünyaya geldiğinde hayata 1-0 yenik başlayan cinsiyetimizi bir adım öteye taşımak için potansiyel gücümüz varken, neden evlere tıkılıyoruz, daha gencecikken, görecek çok şey varken kucağımıza bir bebek alıyoruz? O'nu büyüteceğin dünya için, kendi geleceğin için bile henüz bir şey yapmamışken, anne olmanın manası ne? Okulunu bitirip hiçbir şey yapmayan ya da kariyerinin en güzel noktasında her şeyi bırakıp "evinin kadını, çocuklarının anası" olan kadın! Silkelen ve kendine gel! Önce kendin olman gerek, kendini bulman gerek. Önce yenilere yer açmak gerek, tıkandık, sıkıştık kaldık bu dünyada, farkında mısınız? Bencil olmayın bu kadar, kendiniz için bir şey yapın ama sağlam bir şey, başkaları için de olsun aynı zamanda. Bir zincirin halkası olun, toplumun yani, salt kurduğunuz şirin ailenizin değil. Ben kadının rolünün arttırıldığı bir toplumda her şeyin daha iyi gideceğine inananlardanım. Erkek egemen toplumların artık bir işe yaramadığının farkına varanlardanım, üstelik tam anlamını bilmeden sürekli yanlış kullandığınız feminizmle de alakam yok.  

Yapacak çok şey var, gidilecek çok yer, görülecek çok şey. Önce bir oturun, düşünün. Çıkın şu adamların/kadınların eteğinin altından. Erkeklere pek bir şey söylemeye gerek yok aslında, daha çok kadınlaradır laflarım. Kim olduğunuzun, bu dünyaya gerçekten neden geldiğinizin farkına varın. Yalnız üremeyin, yemek pişirmeyin, çamaşır, bulaşık yıkamayın, başka şeyler de yapın, iyi şeyler. Vücudunuzu metalaştırmayın, seks objesi olmayın, kadın olun, gerçek kadın. Bunları söylemesi bile zor, inanın; yapması daha da zor farkındayım ama imkansız değil. Bir gün dünya daha iyi bir yer olacak. O zaman kucağınızda bebeğinizle, sizi seven anlayışlı kocanızla çok mutlu olursunuz. Ama önce bir şeyler yapın, uzaklaşın sığlardan.


25 Mayıs 2011 Çarşamba

Alice in Wonderland - Alice Harikalar Diyarı'nda


"Bazen kahvaltıdan önce altı imkansız şeye inanırım. Bir, insanı küçültebilen bir iksir vardır. İki, insanı büyütebilen bir pasta vardır. Üç, hayvanlar konuşabilir. Dört, kediler yok olabilir. Beş, Harikalar Diyarı diye bir yer vardır. Altı, Jabberwocky'i öldürebilirim!"

Masalları sever misiniz bilmem; ben bayılırım... Hele ki çocukluğumda defalarca okuduğum ve hayal gücümü beslememe yardım eden masalları büyüyünce beyazperdede görürsem dört köşe olurum. İyi ki Tim Burton diye biri ve O'nun hayal gücü var. O'nun sayesinde masallar beyazperdede fazlasıyla büyüleyici...

Evet, Alice'ten bahsediyorum; Alice'in Harikalar Diyarı'ndaki maceralarından. İngiliz yazar Lewis Carroll'un 1800'li yıllarda kaleme aldığı "Alice's Adventures in Wonderland", dünyanın en çok bilinen masallarından biri. Defalarca basıldı, dünyanın her yerinde okundu, birçok kez de filme çevrildi. Ancak sene 2010 olmuşken ve bu yeryüzünde Tim Burton gibi bir yönetmen yaşıyorken, Alice adeta küllerinden doğdu, beyazperdeye yeniden aktarıldı; hem de 3 boyutlu olarak. Her ne kadar 3 boyutlu olarak izlemeyip fena halde bir aptallık yapmış olsam da, hala izlememiş olan birçok kişiyi uykusundan uyandırmak ve bu görsel şölene davet etmek istiyorum.



Bildiğiniz gibi; Alice bir tavşan deliğine düşüyor ve masal başlıyor. Karşılaştığı tuhaf yaratıklar, konuşan hayvanlar, canlı iskambil kağıtları ile Harikalar Diyarı'nda yaşadığı maceralar, hayal gücünün sınırlarını zorlayan bir masal ortaya çıkarıyor. Linda Woolverton, bu güzel masalı beyazperdeye yeniden aktarmak için senaryoyu oluştururken birtakım değişiklikler yapmış. Tim Burton ve ekibi ise ustalıklarını konuşturarak gerçek karakterler ile animasyon karakterlerinin bir arada oynadığı şahane bir film çıkarmış. Yapımcılığını Disney'in, başrollerini Johnny Depp, Mia Wasikowska ve Helena Bonham Carter'in üstlendiği Alice in Wonderland, son zamanlarda izlediğim en güzel fantastik filmlerden. İsterim ki, sizler de izleyin, bu görsel şölenden mahrum kalmayın. Çocukluk hatıralarına geri dönüş iyi geliyor insana; o günlerin hatrına, Alice in Wonderland birkaç saatliğine Harikalar Diyarı'nın kapılarını aralıyor...



23 Mayıs 2011 Pazartesi

Gezi Notları - İzmir'e Yolunuz Düşerse (1)


İzmir... Kime sorarsanız İzmir'e ya daha önce gelmiştir; ya da İzmir'e çok gelmek istemiştir. Ortası yok bu şehrin insanda. Herkes imrenerek bakar bu şehre pek çok nedenden. Uzaktan pek bir güzel görünür İzmir. Türkiye'nin mutlaka gidip görülmesi gereken şehirleri listesindedir herkesin. Yol mutlaka düşer İzmir'e, düşmese de bir bahane bulunur zaten.

5 yıldır İzmir'de yaşayan biri olarak, artık İzmir rehberliği yapacak kadar çok yerini gördüm bu şehrin. Çoğu İzmirli'nin gitmediği yerlere bile gittim, şehrin başka yüzünü de gördüm; kıyısından ibaret olmayan yüzünü. İzmir'e yolu düşeceklere nacizane tavsiyeler sunayım istedim; şehrin tadını çıkarın diye...

Eğer bir günlük bir vaktiniz varsa ve günün tamamını İzmir içine ayırdıysanız, Konak'tan başlayın. Meşhur saat kulesini görmeden, güvercinleri beslemeden, fotoğraf çektirmeden ayrılmayın Konak Meydanı'ndan. Sonra saat kulesinin arkasında Kemeraltı'nın girişi bulunur, oraya çevirin yönünüzü, Hükümet Konağı'nın hemen yanındadır. Dalın kalabalığın arasına, sora sora Bağdat bulunurmuş ya, esnafa sorun "Kızlarağası'na nasıl giderim?" diye. Hemen tarif ederler size, Kızlarağası Bedesteni'ne gidin. Oradaki etnik kıyafetler, antikalar, hediyelik eşyalar, takılar, eski plaklar satan dükkanları gezin. Yorulunca bir kahve molası verin, öyle bildiğiniz kahveler yoktur burada; tadı damağınızda kalacak fincanda pişen kahveler meşhurdur. Belki denk de gelirseniz, bir fasıl grubu siz kahve içerken geliverir, başlar çalmaya. Gündüz, öğlen vakti hem de! Kahve içerken nasıl güzel gidiyor, bilseniz!

Kemeraltı'ndan çıktıktan sonra Kordon'a doğru bir yürüyüşe hazırlanın. Otobüse binmeyin sakın çok yorulmadıysanız, kıyıdan kıyıdan yürüyün, tadını çıkarta çıkarta. İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin önünden başlayın, önce Konak Pier'i göreceksiniz, sonra Pasaport'a varacaksınız. Sonra muhtemelen denizin dibinde oturup bir şeyler içen insanları kıskanacaksınız, bir mola da Pasaport'ta güneşlenmek için verilebilir. Sonra derken bir bakmışsınız, Kordon'un çimlerine ulaşmışsınız. Gündoğdu Meydanı'na kadar yürüyün. İyot kokusu güzeldir, içinize çeke çeke Kordon sefası yapın. Oradan Kıbrıs Şehitleri Caddesi'ne geçmek için sağa dönün, Sevinç Pastanesi'ne geldiğinizde, Kıbrıs Şehitleri Caddesi'ne de gelmişsiniz demektir. Orada gezinmeden Alsancak'a gittim denilmez, kalabalığın arasına karışmak lazım. Bir şeyler yemek için envai çeşit yer vardır, içeride kalmak istemezseniz, Kıbrıs Şehitleri'nin her sokağı Kordon'a çıkar, Kordon'da bir mekanda da oturup yiyip içebilirsiniz. Kordon'da günbatımını izlerken içmek vardır mesela, bunu yapmadan geçmeyin derim ben, eksik kalır yolculuğunuz...

Hazır Alsancak'tayken, Alsancak İskelesi'nden atlayın bir vapura, karşıya geçin, Karşıyaka'ya. Körfez manzarası muhteşemdir, martılar da eşlik eder size denizin ortasında, onları ihmal etmeyin. Karşının da başka bir havası vardır; Karşıyaka İskelesi'nde inerseniz, hemen karşıya geçin, çarşıya girin. Şöyle bir çarşı turu atın, dinlenmek için körfez manzaralı bir kafeye de kurulabilirsiniz.

Dönüş yolu aynı yine, Karşıyaka İskelesi'nden ister yeniden Alsancak'a, ister Konak'a, ister Pasaport'a, ister Göztepe'ye... Neresi olursa olsun fark etmez... Benim iki önerim var: Ya Alsancak'a dönüp akşamı orada eğlenerek müzik eşliğinde geçirmek, ya da Konak'ta inip Tarihi Asansör'e gitmek. Gece eğlencesi için en çok Alsancak tercih edilir, istediğiniz türde bir mekan bulabilirsiniz, sıkıntı olmaz. Ama benim daha pilim bitmedi, ben güneşin batışını tepeden izlemek isterim derseniz, mutlaka Asansör'e gidin. Konak'tan Mithatpaşa Caddesi boyunca yürüyerek 20 dakikada ulaşabilirsiniz ya da otobüsle Asansör Durağı'nda inebilirsiniz. Asansör, Daria Moreno sokağındadır, şahane bir sokaktır, eminim çok seveceksiniz. Asansöre binin ve 58 metre yukarı çıkın. Çıktığınızda eşsiz bir körfez manzarasıyla karşılaşacaksınız. Manzaranın tadını çıkarmak size kalmış...

Turistik gezinin ilk günü tamamlanıyor böylece. Devamı gelecek; daha gidilecek, görülecek yerler var...


19 Nisan 2011 Salı

"Rastlarsa Birine Biri, Çavdarlar Arasında..."


Çavdar Tarlasında Çocuklar, -diğer çevirisindeki adıyla 'Gönülçelen'- gençlik sancıları çeken Holden Caulfield'ın hikayesinin anlatıldığı bir başyapıt, benim kütüphanemin en değerlilerindendir.

"Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir."

Çavdar Tarlasında Çocuklar da işte tam böyle bir kitaptır. Salinger farkında olmadan, okuyucuda bu şiddette hisler uyandıran bir roman yazmıştır. Lise çağındaki Holden Caulfield'ın çıkmazlarını, duygularını, arayışlarını anlatırken, aslında kelimelerin arasına kendini sıkıştırmış, her zaman uzak durmayı istediği kalabalıkların arasından böylesine ses getiren bir karakteri farkında olmadan yaratabilmiştir. Bugün, Çavdar Tarlasında Çocuklar dünyada bir iz bırakmışsa, bu J. D. Salinger'ın büyülü kaleminden çıkan kelimelerin etkisindendir.

"Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra."

Noel arifesinde okuldan atılan Holden Caulfield, ailesiyle yüzleşmemek için eve uğramaktan vazgeçer ve 3 gün boyunca sokaklarda dolaşırken bir sürü kişiyle karşılaşır, maceralar yaşar ve sürekli insanları sorgular. İnsanların yapmacık olduğundan dem vurur, gördüğü sahteliklerden o kadar sıkılmıştır ki, bunları biriktirerek kendine dert edinmeyi de başarır. Kimlik kargaşası, bulunduğu yere ait olmadığı düşüncesi ve düz, sade olma çabası içindeki Holden'ın öyle ilginç tarafları vardır ki, okuyucu bunu keşfettikçe kitaba daha bir bağlanır. Kitabın kült haline gelmesinin en önemli sebeplerinden biri de, her okurun hikayenin bir kısmında Holden'ın fikrinin bir yerinde yaşadığını zannetmesidir fikrimce.

"Hayatta karşılaşabileceğiniz en felaket yalancı benimdir herhalde. rezalet bir şey. Yani, bir dergi almak için gazeteciye gidiyorken bile, biri bana rastlayıp nereye gittiğimi sorsa, gözümü kırpmadan operaya gittiğimi söylerim."

Kitabın ölümsüz yazarı J.D. Salinger da, en az yarattığı kahraman Holden kadar ilginç bir kişiliğe sahip. Salinger 1 Ocak 1919'da New York'ta doğdu. Edebiyat dünyasına New York'ta bir gazeteye kısa hikayeler yazarak başladı. Çavdar Tarlasında Çocuklar (Catcher In The Rye) 1951 yılında yayınlanana kadar mütevazı bir yaşam sürdü. Savaşa gitti, Hemingway'le tanıştı. Savaştan döndüğünde psikolojik olarak çökmüştü. İlk romanından sonra öykü kitaplarını yayınladı: Dokuz Öykü (1953), Seymour: Bir Giriş (1959), Franny ve Zooey (1961), Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar (1963) Öykülerinin çoğunda Glass ailesinin bireylerinin yaşamlarını anlattı. Onlardan o kadar çok bahsetti ki, okuyucu onların gerçekte var olduğuna dair şüphelere düşebiliyordu. Çavdar Tarlasında Çocuklar dünyada ünlü olmaya başlayınca, Salinger da bir anda bütün gözlerin üzerine çevrildiği bir yazar haline geldi. Ancak çoğu kişinin aksine ünlü olmak Salinger'ın doğasına aykırıydı. Önce fotoğrafçılardan, gazetecilerden kaçmayı denedi, baş edemeyeciğini anlayınca 1974'te röportaj vermekten tamamen vazgeçti, inzivaya çekildi ve hiç kitap yayınlamadı. Uzunca bir süre inzivada mutlu bir hayat süren Salinger, geçtiğimiz kış 29 Ocak 2010'da çok uzaklara gitti.

"...Her neyse, hep büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum gözümün önüne. Binlerce çocuk, başka kimse yol ortalıkta -yetişkin hiç kimse, yani"- benden başka. ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. Ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum. Bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. Ben çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterdim. Çılgın bir şey bu, biliyorum, ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim. Biliyorum, bu çılgın birşey."


10 Nisan 2011 Pazar

Aventura - Dünyada Bachata Rüzgarı Estiren Grup


Eğer hala onlarla tanışmamışsanız, bence şimdi tam vakti. Huzurlarınızda dünyanın en iyi bachata grubu; Aventura!

Dominikli Romeo, Lenny, Henry ve Max'in oluşturduğu Aventura grubu, 1997 yılında ilk albümleri Generation Next ile müzik dünyasına adım attı. 2002 yılında We Broke The Rules albümleriyle yavaş yavaş tanınmaya başladılar. Albümde yer alan Obsesion adlı parça, en ünlü bachata şarkılarından biri haline geldi. Ardından grubun üçüncü albümü Love & Hate piyasaya sürüldü. Spanglish denilen İspanyolca ve İngilizce'nin harmanlandığı şarkılar Aventura sayesinde çok sevildi, adeta moda oldu 2004 yılında Unplugged, ardından 2005 yılında God's Project, 2006 yılında ise K.O.B (Kings of Bachata) albümleri yayınlandı. Grubun solisti Romeo 2006 yılında dünyaca ünlü Meksikalı Latin şarkıcı Thalia ile No, No, No adlı şarkıda düeti ile ününe ün kattı. Aventura son olarak 2009 yılında The Last adlı albümlerini yayınladı.

Bachata - R&B olarak tanımlanan müzik türleriyle Aventura, Latin müziğindeki en başarılı gruplardan biri olarak tanınıyor. Billboard listelerinde uzun haftalar üst sıralarda kalmayı başaran grubun "en iyi Latin grup", "en iyi şarkı", "en iyi tropikal albüm", "en iyi Latin pop" dallarında 8 ödüle sahip. Başta Latin ülkeleri olmak üzere dünyanın birçok yerinde tanınan grup, tropikal rüzgarı arkasına alarak Latin müziği adına harika işler çıkarmakta. Keyifli dinlemeler!



7 Nisan 2011 Perşembe

Haftamı Şenlendirenler










Haftamın Kitabı: Gezi kitaplarını oldum olası sevmişimdir. Birinin gözünden bir coğrafyayı anlamayı, birinin sayesinde bir yeri öğrenmeyi, kitabın içinde kaybolup uzaklara gitmeyi... Ne zamandır kütüphanemde okunmayı bekleyen Balkanlar Defteri açıldı sonunda; bir nevi memleket hikayelerini okudum. Nesteren Davutoğlu'nun Balkanlar'a yapmış olduğu seyahatin günlüğü adeta Balkanlar Defteri. Kitabın içi sıkıcı yazılardan ziyade bir anı defteri şeklinde dizayn edilmiş. Kitabın içi tarihi eserlerin, sokakların, o yöreye ait objelerin resimleriyle dolu; bir de Nesteren Davutoğlu'nun yolculuk boyunca not aldığı gözlemleriyle. Balkanlar Defteri, birçok seyahat kitabından farklı bu yönüyle; birinin kişisel not defterini inceliyormuşsunuz gibi, sıcacık, içten.

Haftamın Albümü: Nilüfer, uzun bir aradan sonra yeni bir albümle karşımıza çıktı: 12 Düet. Rock müziğin 12 ünlü ismiyle yaptığı düetlerden oluşan albüm, bugünlerde oldukça dikkat çekiyor. Nilüfer'in alıştığımız tarzın dışına çıkmış olması, bende ilk başlarda bir tedirginlik yaratmış olsa da, albümü dinleyince Nilüfer'in doğru bir iş yapmış olduğuna kanaat getirdim; albüm gerçekten başarılı olmuş. Albümde Şebnem Ferah, Yüksek Sadakat, Malt, Teoman, Gece Yolcuları, Ogün Sanlısoy, Badem, Hayko Cepkin, Candaş, Cingi, Ruacan, Rashit, Tnk ve 4x4 Nilüfer'e eşlik eden isimler. Benim favori şarkım ise Hayko Cepkin ve Nilüfer'in seslendirdiği Aşk Kitabı. 

Haftamın Filmi: In America, benim son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden biri. İrlanda'dan New York'a göçen bir ailenin yaşamından kesitler anlatan bir aile dramı In America. Aile olmak, büyük şehirde yaşamaya çalışmak, komşuluk ilişkileri üzerine oldukça ilginç deneyimlerin anlatıldığı filmin başrollerinde Paddy Cossidine ve Samantha Morton gibi deneyimli oyuncuların yanı sıra muhteşem oyunculuklarıyla filmi adeta götüren Sarah ve Emma Bolger kardeşler rol alıyor. Jim Sheridan'ın yönetmenliğini yaptığı In America, kesinlikle kaçırılmaması gereken bir film.

Haftamın Dizisi: Lost adasında birileri doktorculuk oynarsa ne olur? Off The Map gibi şahane bir dizi çıkar ortaya. Off The Map, benim tesadüfen keşfettiğim ve hastası olduğum bir hastane dizisi şu sıralar. Bu diziyi diğer hastane temalı dizilerden farklı kılan şey Güney Amerika'da bir ormanın içinde yer alan bir klinikte geçmesi. Doktorluk kariyerlerinde birtakım sıkıntılı anlar yaşamış ve yeni başlangıçlar yapmaya gerek duymuş Amerikalı doktorların gönüllü olarak yöre halkına hizmet vermek için klinikte çalışmaya başlamalarını anlatan Off The Map, ilginç vakalar ile karşılaşılan bir dizi. Bu satırları yazarken aslında içim cız ediyor bir yandan. Çünkü büyük ihtimalle Abc kanalı, diziye 2. sezon onayı vermeyecek ve bu sezon potansiyeli yüksek dizi, tarihin tozlu sayfalarına diğer kaliteli yapımlar gibi gömülecek. Ama ben yine de 13 bölümü izlemenizi ve ne demek istediğimi anlamanızı isterim.


2 Nisan 2011 Cumartesi

Suçlusun Yerçekimi!


Avrupa Uzay Ajansı'nda (ESA) çalışan bilim adamları uzaya GOCE adlı bir uydu göndermiş. Uydu iki yılda 70 milyon fotoğraf çekmiş, bilim adamları incelemiş ve dünyanın her yerinde yerçekiminin eşit dağılmadığını tespit etmiş. Bu durum, ayakları yere tam basmayan ve aklı hala bir karış havada olan bazı kişilerin durumunu açıklayabilir mi bize?

Bilim adamları her ne kadar yerçekiminin eşit dağılmaması meselesinin okyanus hareketlerini, iklimleri, güneş ısısı dağılımlarını etkilediğini açıklasa da, ben bu durumu insanoğlunun tuhaflıklarıyla bağdaştırmayı tercih ediyor, en azından anlamsız durumları bilime dayandırarak kendimi rahatlatmaya çalışıyorum. Yani tüm bu tuhaf davranışların, anlam veremediğimiz olayların, evrende bir şeylerin ters gitmesiyle paralel düzeyde ilişkilendirilmesi mantıklı olmaz mı? Bence ziyadesiyle mantıklı.

Düşünün; birileri, yanlış yaptığı sağlam kanıtlarla ortaya çıkarılmış birinin peşinden "Ama ya duygularım?" sorgulamalarıyla sürükleniyorsa, birileri "Yolumu bulmam lazım, kendimi bulmam lazım" deyip, o bulmak istediği şeyi aramak yerine başka alemlerde boşa vakit harcıyorsa, birileri dürüstlük kisvesi altında hayatını dürüstlükten uzak kıyılarda  kaybolmuş bir sandal misali yüzdürüyorsa, birileri "Bu defa bitti, geri dönüş yok!" deyip, yine göz göre göre yanlış kişinin kalbinde kendine yer arıyorsa, birileri "Seni kaybetmek istemiyorum, sen benim için çok değerlisin." deyip, bu söylediklerini zerre kadar karşısındakine hissettiremiyorsa, birileri halka hizmet amacından kilometrelerce sapıp halkı çaresizliğe sürüklüyorsa, birileri "salla başını, al maaşını" mantığında ömür tüketiyorsa, birileri söz verip tutmuyorsa, yalandan kurtulamıyorsa, etiğin ne olduğunu unutmuşsa; kusura bakmayın ama, zar zor mukayyet kılmaya çalıştığım aklımı yitirmemek için tüm bu olanları bilimle bağdaştırmalıyım ben.

O yüzden tüm bunlar yerçekiminden bence. Dünya dengede değil nitekim, yerçekimi her yere eşit dağılmıyormuş. Böyle bir durumda insanoğlunun dengeli davranmasını beklemek haksızlık olur diye düşünüyorum artık. Ben boşuna sorgulamışım bunca zaman bu dengesizliği! Bilim adamları son noktayı koymuş baksanıza!


LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı