Düşler Ovası Dediler Ki... Parov Stelar - Electro Swing Ondan Sorulur! Banshee - Karanlık Bir Kasaba Hikayesi The Time Traveler's Wife - Zaman Yolcusunun Karısı

30 Ocak 2011 Pazar

Haftamı Şenlendirenler




Haftamın Kitabı: Onur Gökşen internette keşfedildi, çok takip edildi, sevildi. Dizüstü Edebiyat sayesinde Bizim de Renkli Televizyonumuz Vardı isimli kitabını yayınladı geçtiğimiz aylarda. Çocukluktan bugüne yaşadıklarını anlattığı bu güzel kitabı uzun uzun anlattım ayrıca yazımda. O yüzden bu kitaba kefil oluyor, haftamı şenlendirdiği için buraya kaydediyorum.

Haftamın Albümü: Aşkın Nur Yengi, pop müzik deyince aklıma gelen en kaliteli isimlerden biri. Doksanlı yılların büyüsünden midir bilinmez, O da tam o vakitlerde geldi, senelerdir o güzel sesiyle kulaklarımızın pasını silmekte. Uzun bir ara vermişti albüm yapmaya, geçtiğimiz ay suskunluğunu bozdu ve Gözümün Bebeği isimli albümüyle müzik marketlerdeki yerini aldı. Sizi bilmem ama ben bu güçlü yorumu, bu kadını özlemişim. Siz de öyleyseniz, keyifli dinlemeler...

Haftamın Filmi: Elizabeth Gilbert'in aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlanan Eat Pray Love, son zamanlarda izlediğim en güzel filmlerden biri oldu. Bir kadının kendini bulmak adına New York'taki hayatından ve kocasından vazgeçmesi, Roma'ya, Hindistan'a, oradan da Bali'ye uzanan iç yolculuğunun hikayesi anlatılıyor filmde. Haliyle film bir romandan uyarlanınca derinlikli cümlelerle, yönetmen Ryan Murphy olunca harika görüntülerle, başrolde de Julia Roberts olunca güzel bir film izlemiş oluyorsunuz. Bir de Javier Bardem çıkıyorsa karşınıza, tadından yenmiyor bu film. Sizi bilmem ama ben sevdim bu filmi, sanırım bir şeyler buldum Liz karakterinde, sanırım bazı kararlar almamı sağladı bu film kendimle ilgili. O yüzden ben izlemeli derim...

Haftamın Dizisi: Californication, bilenler bilir, izleyicileri için fenomen olmuş bir dizidir. Hank Moody karakterinin dağınık yaşamı, kızı, sevdiği kadın ve arkadaşları arasında gidip gelen bu dizi, izledikçe içine çekiyor insanı. Garip hayatların, bolca +18 sahnelerinin ve tüm bu karmaşanın içinde izledikçe başka bir şeyi keşfediyorsunuz aslında; ailesini çok seven, kırılgan bir adamı. Sadece yolu bulamıyor aslında, kaybolduğu zamanlarda da çok acayip şeyler yapıyor. Hikayeler de böyle şekilleniyor zaten. Californication, beklentilerin ötesinde bir dizi. Şimdiye kadar izlediklerinizin çok dışında. Farklı bir deneyim için, Californication şiddetle tavsiye edilir.


Onur Gökşen - Bizim de Renkli Televizyonumuz Vardı


Bir kitap hem sizi güldürüyor, hem de boğazınızda bir yumru oluşturuyorsa; o kitapta bir büyü vardır. Onur Gökşen'in, nam-ı diğer Ekşi Sözlük yazarı stevemcqueen'in kitabı Bizim de Renkli Televizyonumuz Vardı işte o büyülü kitaplardan.

Okuyanus Yayıncılık'ın Dizüstü Edebiyat serisi ile internet yazarlarının kitap yazarı olacağı fikrini ilk duyduğumda çok sevinmiştim. Bugün kitabı basılmış birçok yazardan daha iyi yazabilen fakat yayınevleriyle temas kuramayan birçok internet yazarı olduğunu görmekteydim. Blog ve Twitter kanalları sayesinde bunu keşfeden birilerinin çıkması ile Dizüstü Edebiyat serisinde önce Pucca ve samihazinses kitap yazarı oldu, ardından Ekşi Sözlük, blog ve Twitter'da birçok takipçisi olan Onur Gökşen yayınladı kitabını.

Bizim de Renkli Televizyonumuz Vardı, Onur Gökşen'in çocukluğundan yetişkinliğine, hayatının birçok döneminin hem komik hem de hüzünlü hikayelerinden oluşuyor. Onur Gökşen'in patavatsız, küfürbaz fakat bir o kadar da duygulu anlatımı, kitabı okurken şaşkına uğratıyor insanı. Bir önceki hikayede anlattığı çocuğun babasından azar işitmesine gülerken, bir sonraki hikayede hiç tanımadığınız birinin acıklı hikayesine üzülebiliyorsunuz. Kadıköy, mahalle, Trt 1, mirc, kumanda, aşk, 80'ler, gazoz, Pesiç, Ferdi Özbeğen, kızkaçıran, New York ve daha bir çok şey saklı bu hikayelerde.

Hepimizin çocukluğundan, gençliğinden hikayeler var bu kitapta, benzer şeylerle hepimiz mutlak karşılaştık. Onur Gökşen bunları hatırlayabildiği, üstüne üstlük bu kadar güzel anlatabildiği için şanslı. O yüzden, O hep yazmalı, bizi unuttuğumuz o yıllara geri götürmeli. Bizim de Renkli Televizyonumuz Vardı, işte bu sebeplerle okunmalı; biraz gülümseme, biraz da küçük bir sızı için...

"Akşam Mert'le yatınca konuşmaya başlıyoruz;
   'Mert, ne olacaksın büyüyünce?'
   'Astronot, sen?'
   'Ben Kempes olucam, Arjantin'e gidicem.'
   'Gitme! Ben de gelirim gidersen.'
   'Gel. Maç yaparız...'
Konuşmam bitmeden uyuyor kardeşim. Yarın çok uzun bir gün olacak. Tüp bitmiş, annem babama öyle diyor. Sesi de çok üzgün.
Arjantin uzak mıdır acaba?"


23 Ocak 2011 Pazar

Spartacus: Gods Of The Arena

Daha ilk sezonuyla efsanevi dizi yapımlarının arasına girmeyi başarabilmiş Spartacus serisi yeni maceralarla ekrana döndü!

13 bölümlük Spartacus: Blood and Sand macerasına geçtiğimiz Mayıs ayında ara veren dizi yapımcıları, Spartacus karakterini canlandıran Andy Whitfield'in rahatsızlığından dolayı yeni sezon için bekleme kararı almışlardı. Bu süreçte dizinin dünyada büyük ses getirmesi yapımcıları başka arayışlara itti ve 6 bölümlük bir prequel (bir filmin/kitabın öncesini anlatan yapım) serisi için düğmeye basıldı.

Uzun bir bekleyişin ardından geçtiğimiz günlerde Spartacus: Gods Of The Arena ilk bölümüyle Starz ekranlarına döndü ve izleyiciyle hasret giderdi. Batiatus'un ve Gladyatör Okulu'nun Capua'daki yükseliş döneminden ve efsane gladyatörlerden Crixus'un gladyatör oluş hikayesinden yola çıkılarak oluşturulan Spartacus: Gods Of The Arena, yine reytingleri alt üst edecek gibi duruyor.

Spartacus'u özleyenler için ilaç gibi gelen Spartacus: Gods Of The Arena, ilk bölümüyle yine muhteşemdi. "Efsaneler kanla yazılır." sloganıyla yola çıkan Spartacus serisi, efsane karakterleri ve bilinmeyen maceraları ile yeniden bizlerle...

Spartacus: Blood and Sand ile ufak bir bilgi verelim hemen; Andy Whitfield'ın hastalığının nüksetmesi ve oyunculuğa ara vermek zorunda kalmasının ardından aylar süren cast çalışmaları sonucu yeni Spartacus'un kim olacağı belirlendi. Birçok adayın arasından seçilen Liam McIntyre, yeni bölümlerde Spartacus karakteriyle ekranlarda olacak. 




21 Ocak 2011 Cuma

Histerik Anılara Yolculuk


Git!

Yollar mı kapandı sanki? Hani şu gördüğümüz ışık var ya geçen gün. Neyse boşver, neden bahsediyorum ki sanki... Sen kendi gördüğüne inanacaksın, ben benimkine. Bu kadar basit aslında. 

Devam et!

Gidersen gerçekten üzülmeyeceğim artık. Kimse için aslında. Salak mıyım ben? O yolu yürüdüm hem. Yol çizgilerini saydım birer birer. Deliyim biraz, paranoyak belki de. Yol çizgilerini saydım dedim ya hani, sen şimdi onu da unut. Beni dinleme hatta. Yok olduğumuz günleri saydım aslında. Ama sen bunu da unut.

Devam et!

En iyisi kendi bildiğin... Bir de teselli arama hiçbir cümlede. Hiçbir kelime teselliye meyletmez çünkü. Yalan. Şu bana söylediklerin var ya hani. Neyse, boşver. Ben söylemedin sayıyorum. 

Bir şey var!

Şefkat gösterme bana. Hiç istemiyorum. Hiçbir şey istemiyorum. Düşündüm de; istediklerim bunların hiçbiri değil. Hele şefkat hiç değil! Önemliymişim gibi yapma. Gülümsedin. Kayboldum. Şefkat yok, hani anlaşmıştık?

Devam et!

O bahsettiğin yöne doğru git. Kendi doğrularınla yaşa. Beni ezip geç mümkünse. Bunu gerçekten istiyorum. Alıştım. Alışmışsın bana, ondan gitmiyorsun. Dedim ya git, zaten bir halta yaramıyorsun.

Üşüyor musun?

Oysa içimden ateş çıkıyor bugün.


13 Ocak 2011 Perşembe

Le Petit Nicolas - Pıtırcık


Çocukluk anılarının içinden, sandıktan çıkmış bir film: Le Petit Nicolas

Çok şükür ki, O'nunla tanışıklığım bu filmden çok daha eskiye dayanıyor. Çocukluğumda okumayı en çok sevdiğim kitap serisinden biriydi Goscinny'nin Pıtırcık serisi. Can Yayınları'nın çocuklara armağan ettiği bir serüvenler dizisiydi. Tesadüfen aldığım bir kitap -yoksa ilk kitabı sınıf kütüphanesinden mi almıştım da keşfetmiştim acaba?- Pıtırcık'ı keşfetmemi sağladı. O gün bu gündür, bende özel bir yeri vardır Pıtırcık'ın.

Le Petit Nicolas, geçtiğimiz yıl Fransız sinemasının şahane film yapımcılarının elinde hayat buldu ve vizyona girdi. Çoktandır aklımdaydı izlemek, bugün neşeli bir şeyler izleyeyim, keyfim yerine gelsin, dedim. İyi ki öyle demişim, şahane bir film izledim!

Le Petit Nicolas, bir çocuk filmi gibi görünebilir ama benim için, dedim ya, bir filmin ötesinde anılara yolculuk gibi geldi adeta. Le Petit Nicolas, Vivet Kanetti'nin çevirisiyle Pıtırcık, ilkokul çağındaki bir grup çocuğun hikayesini anlatıyor aslında. Ama kendine has tarzı, karakterlerin doğallığı öylesine güzeldir ki kitaplarında, kitapları efsane olan filmleri çekmenin zorluğu eminim filmin yapımcılarının üstünde yoğun bir baskı hissetmelerine neden olmuştur. Sadece çocukların değil, yetişkinlerin de izleyebileceği tarzda kaliteli bir film yapmak, maharet olsa gerek. Le Petit Nicolas da işte böyle maharetli ellerden çıkmış, sıcacık, daima gülümseten harika bir film. 

Çoğunluğu çocuk karakterlerin oluşturduğu bir filmi idare etmek epey zordur; çocuk oyuncuları seçmek işin en zor ve en can alıcı kısmıdır herhalde. Ayrıca dünya çocuk edebiyatında fenomen olmuş bir kitap serisini, onların efsane karakterlerini, asla sadık kalarak beyaz perdeye geçirmek herkesin harcı değil. Ama bu filmde çocuklar öyle şahaneler ki, Pıtırcık, Lüplüp, Dalgacı, Toraman, Çarpım, Gümüş, Dırdır ve diğerleri öylesine güzel hayat bulmuş ki, 87 dakika boyunca sürekli gülümsüyor ve bu şahane çocukları, bu güzel filmi izlemeye doyamıyorsunuz. 

Pıtırcık'ın bendeki özel yerinden dolayı böyle övüyorum belki ama izlemenizi, hatta abartarak, okumanızı tavsiye ederim. Bu sevimli Fransız çocuklarının çoğu aktör ve aktrise taş çıkartan oyunculuklarını görmenizi isterim. Özellikle Pıtırcık'ı canlandıran Maxime Godart'a dikkatli bakmanızı tavsiye ederim. Bu çocuklar harikalar! 

Ayrıca hiç okumayanlar için; mümkünse, gülmeyin ama bana, alıp okuyun. Ben kitapların bütün serisini alıp kütüphanemin en güzel köşesine koymayı kafama koymuştum. Hele ki bu filmden sonra, en kısa sürede yapacağım. İyi okumalar ya da keyifli seyirler!







Le Trio Joubran - Arabeskin En Has Hali



Bakış açınızla kirlenen arabeski, en has haliyle yeniden keşfetmeye ne dersiniz? O halde, Le Trio Joubran'la tanışalım!

Filistinli üç kardeş Samir, Wissam ve Adnan Joubran, çocukluktan bu yana ellerinden hiç düşürmedikleri udlarıyla enstrümantal müziğin en güzel örneklerini sunuyorlar. 4 nesildir ud yapımcısı olan bir ailenin çocukları olan Samir, Wissam ve Adnan, Le Trio Joubran ile yeteneklerini tüm dünyaya gösteriyorlar. Yaptıkları müzik bizim kültürümüze bir hayli yakın olunca, kulağınıza çalındığında ister istemez etkileniyorsunuz. Ud ve vurmalı çalgıların eşsiz tınıları, şark kültürünün hüzünlü ezgileriyle Le Trio Joubran'da hayat buluyor.

En büyük kardeş Samir Joubran, udla 5 yaşında tanışmış. 9 yaşında Nazareth Müzik Enstitüsü'ne girmiş. 1995 yılında Kahire'nin en prestijli akademilerinden biri olan Muhammed Abdul Wanhab Konservatuarı'ndan mezun olmuş. Dünyanın pek çok yerinde ud öğretmek için kurslar ve seminerler düzenlemiş. Aldığı birçok ödülün yanı sıra, Writer's Asylum Programı sayesinde İtalya'da burs kazanmış. 

Ortanca kardeş Wissam Joubran, aslında kemanla başlamış müzik yolculuğuna. Nazareth Enstitüsü'nde babasının da desteğiyle keman derslerine başlamış. Ancak abisinin ud çalışını dinledikçe, udun büyüsüne o da kapılmış ve babasının 9 yaşında hediye ettiği udu elinden bırakmamış. Wissam Filistin'de birçok yerel konserde sahne almış. Abisi Samir ile performansları Arap dünyasında geniş yankı bulmuş. 2005 yılında Antonio Stradivari Konservatuarı'ndan mezun olmuş.

En küçük kardeş Adnan Joubran, çocukluğundan beri perküsyoncu olmak istemiş. Ancak zaman için de o da abisi Wissam gibi udun büyüsüne kapılmış ve abilerinden ud çalmayı öğrenmiş. Her biri ne kadar müzik kariyerlerine ayrı ayrı devam etseler de, üçlü bir müzik grubu oluşturmak hep akıllarının bir köşesinde varmış. Nihayet 2004 yılının Ağustos ayında Paris'te üç kardeş Le Trio Joubran'ı kurmaya karar vermiş.

Grubun ilk albümü Randana eşsiz bir müzik ziyafeti sunuyor dinleyicilerine. 2007 yılında çıkardıkları albümleri Majaz ise dünyanın birçok yerine ulaşabilmiş arşivlik bir albüm. Perküsyonda Yousef Hbeisch eşlik ediyor udun nağmelerine. Grubun bir de Last Flight filminin müziklerinin yer aldığı bir albümleri var. Hepsi ayrı ayrı dinlenmeye değer.

Le Trio Joubran'ın müziğinde derin bir anlam saklı. Dinlerken hissedebiliyorsunuz bunu. Bir nağme, mutlaka bir anıyı canlandırıyor. Müziğin, müzisyenin ruhundan kopup gelmesi mümkün kılıyor bunu. Hal böyle olunca, Le Trio Joubran gerçek müziği sunuyor bizlere, yavanlaştırdığımız anlamından oldukça uzaklaştırıyor. Dinleyin, dinlettirin...



LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı