Düşler Ovası Dediler Ki... Parov Stelar - Electro Swing Ondan Sorulur! Banshee - Karanlık Bir Kasaba Hikayesi The Time Traveler's Wife - Zaman Yolcusunun Karısı

23 Aralık 2010 Perşembe

Hiç Sesleri


"İç sesim, hiç nefesim gibi çıkmıyor bir anda dışarı. O gecenin bir yarısı, sabahın bir körü demeden kulaklarımda. Ses kulaklardan çıksa dışarı hani, çıkacak o da ama sadece benim duymama yetecek yollara başvuruyor. Dolayısıyla, ne düşündüğümü kimse bilmiyor. Zaten şimdi onu anlatmaya kalksam, muhtemelen dünyanın en saçma kelimeleri dilimden, dişlerimden sıyrılıp başka kulaklara ses dalgaları halinde ulaşacak. Sonra bir sürü beyni kurcala, dur. Ne gerek var şimdi bunlara? Kurcalanmış, kurcalanmaktan yıpranmış bir beyin var zaten, evet o benim. Tanıştırayım sizinle; çok düşünür, hiç durmaz. Sus desem de, susmuyor hiç. Yani boşuna denemeyin, ilaçmış, uykuymuş fayda etmez. Nerede gereksiz şey varsa toplar kendinde, çıkarır, çarpar, böler. Ha, bir sonuç da elde edemez hani, boşunadır bu halleri. İyisi mi siz, bir şey söylemeyin. Nasılsa hiçbir sonuca varılmıyor, 'anlamasını istediği kişi' onu anlamıyor. Bu halet-i ruhiye ile barınamaz fazla bu bünyede. Eninde sonunda, o kendini imha edecektir."

İlaçların etkisiyle uyumadan önce karaladığı son satırlardı bunlar. Sonrasında derin bir uykuya daldı. Her şey loş, her şey boştu artık.




15 Aralık 2010 Çarşamba

Bireysel Silahlanmaya Hayır!


Akla mukayyet olmak çok zor bu ülkede. Birileri kazansın diye birileri ölüyor, ölümlere, suça göz yumuluyor. Akla mukayyet olmak daha da zor şimdi. 'Bireysel silahlanmaya hayır' derken, 'düğünlerde serseri kurşunlara daha çok ceza' derken silahlanma yaşı 18'e düşürülüyor. Sen beş silah alabilirsin diyor TBMM. İkisini üstünde taşıyabilirsin diyor, gerekirse kullanabilirsin, ruhsat veriyoruz nasılsa diyor. Sokakta atacağımız her bir adım, pencereden gökyüzünü seyretmek isteyeceğimiz her an daha da fazla tehlike arz edecek şimdi. Başında kavak yelleri esen biri, bir kurşunu fütursuzca havaya savurabilecek şimdi.

Akla mukayyet olmak çok zor bu ülkede; çünkü silah sevenler var, onların dernekleri var. Diyorlar ki; "eğer Boşnaklar silahlansaydı, Sırplar katliam yapamazdı." Yüzyılın en büyük katliamlarından birini, bir insanlık ayıbını tutuyor, nereye getiriyorlar. İç savaş çıkarsa diyorlar, hazırlıklı olmalıyız. Barışın adı bile yok! Varsa, yoksa savaş...

Akla mukayyet olmak zor bu ülkede. Seçtiğimiz milletvekillerinden oluşan bir Silah Alt Komisyonu var. Komisyon silahlanma yaşını düşürüyor. Sokaklarda güvenliği sağlamak için didinirken birileri, birileri korkarken kurşunlardan, birilerinin cebine daha çok para girsin diye uğraşıyor komisyon. Tüm dünya "Bireysel Silahlanmaya Hayır" diye bağırırken, bu ülkede bireysel silahlanma teşvik ediliyor. Yılda 4000 kişinin ateşli silahlarla hayatını kaybettiği bu ülkede, bireysel silahlanma için iştah açıcı yasalar düzenleniyor.

Akla mukayyet olmak çok zor bu ülkede.

Ölmekse bir hiç uğruna, çok kolay.

Akla mukayyet olmak için, gücümüz yettiğince;

Bireysel silahlanmaya hayır!

Not: Bilgilenmek ve destek olmak için ziyaret edelim! http://www.umut.org.tr/public/home.aspx


11 Aralık 2010 Cumartesi

"Aşkınıza Tüküreceğim"



Dergi okurken, son zamanların en 'aklına mukayyet' kişisiyle karşılaştım: Umut Yalım. Kendisi ilk kişisel sergisini açmış 26 Kasım'da, Beyoğlu'nda. Serginin ismi "Aşkınıza Tüküreceğim". Öyle sergilere giden, sergi meraklısı biri değilim ama fazlasıyla dikkatimi çekti, araştırmaya koyuldum. Ne demek ki bu? Neden tükürüyor aşkımıza? Bu resimler ne anlama geliyor? Şöyle açıklamış Umut Yalım:


"Antonella Lualdi’yi anımsar mısınız? Bir Claude Chabrol karanlığı sosunda ve 50’lerin o soylu kıvrımlarında gezinen, alt metin-üst metin kavramlarına girmeden, en yalın hâliyle, o eski saf duyguların hezeyanlarını kulağımıza fısıldayan bir sergi. Bu gereksinim nereden geliyor peki?..

Yeniden sormak gerekiyor sanırım: Antonella Lualdi’yi anımsar mısınız? Anımsamak istersiniz belki ama anımsayamazsınız! Antonella Lualdi de tıpkı yitirdiğimiz nice duygu ve özellikler gibi yitti gitti dağarcığımızdan. Belki de, Antonella Lualdi’yi anımsadığımız ân, kendimizi de anımsayacağız. Ama neden?.. Neredeyse, duygularımızı bile Google’da aratıyoruz artık; çünkü kendi duygularımızdan bile emin değiliz. “Arıyoruz” yerine “Aratıyoruz” demek bile durumun ciddiyetini gözler önüne seriyor özünde. Duyguların Google’da “Aratıldığı” bir dönemde, o yapay duygulara anca tükürülür. Âşkınıza Tüküreceğim de, böyle bir sergi işte...”

Umut Yalım, lisansını Plastik Sanatlar üzerine University of the Arts London, Chelsea College of Art&Design'da, yüksek lisansını Kitap Sanatları üzerine University of the Arts London, Camberwell College of Arts'da tamamlamış. İlk kişisel sergisiyle yapay gündemi ve şimdiki aşkları sorguluyor; tükürülecek aşkları. Sergiyi canlı canlı görmek isterdim lakin hava muhalefeti, soğuk, uzak derken mümkün olmuyor. Gitmek isteyenler için sergi 26 Aralık'a kadar devam ediyor.

Adres: Doublex Studio - Dibek Sokak, Dibek Çıkmazı no: 22/a, Galata/Beyoğlu


9 Aralık 2010 Perşembe

Haftamı Şenlendirenler





Haftamın Kitabı: Dokuz Eylül Üniversitesi Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Ayşen Uysal ve Türk Harb-İş Sendikası Genel Koordinatörü Oğuz Topak'ın ortak çalışması Particiler: Türkiye'de Partiler ve Sosyal Ağların İnşası, İletişim Yayınları'ndan çıkan bir sosyal araştırma kitabı. Son zamanlarda okurken en çok zevk aldığım kitaplardan biri. Türkiye'de "partici"lerin sosyolojik kimlikleri, ailenin, etnik kökenlerin, kimliklerin, cinsiyetin partizanlıkta ne derece etkili olduğuna dair bilimsel araştırma teknikleriyle incelenmesi ve yorumlanması ile oldukça başarılı bir çalışma gerçekleştirilmiş. Siyasal partiler ve particiler üstüne aydınlatıcı ve kolay okunur bir kitap, tavsiye ederim.

Haftamın Filmi: Everybody's Fine, Türkiye'deki adıyla Herkesin Keyfi Yerinde, beni oldukça etkileyen bir film oldu. Eşini yeni kaybetmiş bir babanın, haftasonu 4 çocuğunu yemeğe beklerken, gelemeyeceklerini öğrenip, onları ziyaret etmek için yolculuğa çıkmasıyla başlıyor hikaye. Çocuklarının garip davranışları ve oğluna bir türlü ulaşamaması, bir şeylerin ters gittiğini ve çocukların dertlerinin olduğunu sezer, olaylar gelişir. Everybody's Fine sıcacık, hüzünlü bir aile dramı. Başrollerinde Robert De Niro, Drew Barrymore, Kate Beckinsale ve Sam Rockwell yer alıyor.

Haftamın Albümü: Sıla, üçüncü albümü Konuşmadığımız Şeyler Var ile müzik piyasasını hareketlendirdi, kulağımızın pasını sildi. Sıla, benim her zaman gerek sesi, gerek müziği, gerekse iş odaklı gündeme gelmesiyle her zaman takdir ettiğim bir sanatçı. Zaten müzisyenler, sadece işlerini yaptıklarında ortaya her zaman güzel işler çıkıyor. Sıla da buna güzel bir örnek. Şarkılar güzel, ses güzel, e daha ne olsun?

Haftamın Dizisi: The Walking Dead, çizgi romandan uyarlama yeni bir tv dizisi. Zombi salgını sonrası, sağlıklı kalabilmiş bir grup insanın, yürüyen ölülerle mücadelesi ve hayatta kalma mücadelesi ekranlara taşındı. Uzun uzun bahsettiğimden, kısa kesiyor, şiddetle tavsiye ediyorum.

8 Aralık 2010 Çarşamba

The Walking Dead


Bir gün bir hastane odasında uyansanız ve dışarıda sadece yürüyen ölülerin nam-ı diğer zombilerin yaşadığını görseniz, ne yaparsınız?

Image Comics'in 2003'ten bu yana yayınladığı çizgi roman olan The Walking Dead, dünyada fenomen haline geldi. Yapımcı Frank Darabont, bu siyah-beyaz basılan çizgi dizinin bu derece sevilmesini göz ardı edemedi ve The Walking Dead televizyon dizisi haline getirildi. Amc'de yayınlanmaya başlayan The Walking Dead, 6 bölümlük ilk sezonuyla şimdiden en çok izlenenler arasına girmeyi başardı.

Konusuna gelecek olursak; tüm dünyaya yayılan ve kaynağı bilinmeyen bir zombi salgını, birçok insanın ölümüne yol açar. Bir soygun esnasında vurulan ve ağır yaralanan polis memuru Rick Grimes, bir gün hastane odasında tek başına uyanır, hemşireyi çağırır ancak bir gariplik vardır; kimse cevap vermez, hastane dağılmış, her taraf kan içinde, dışarısı yürüyen ölülerle doludur. Yaşadığı şokla olaylara anlam vermeye çalışan Grimes, evine yakın bir yerde hala sağlıklı kalabilmiş bir baba-oğulla karşılaşır, her şeyi öğrenir. Karısı ve çocuğunu bulmak için eve gider, hala yaşadıklarını anlar ve onları aramak için Atlanta'ya doğru yola çıkar.

The Walking Dead, hikayesi açısından diğer zombi filmleriyle benzer olsa da, basit bir zombi hikayesi kesinlikle değil. Korku figüründen çok, bu durumda insanların yaşadığı korku, bunalım ve şiddet eğilimlerine dikkat çekilmiş. Hiyerarşik düzenin olmadığı bir toplumda, insanların nasıl hareket ettikleri, ahlaki değerlerin hangi durumlarda çöktüğü görülebiliyor. 

The Walking Dead, dünyada 120 ülkede gösterime girdi. Birçok ülkede zombi makyajı yapılmış insanlarla tanıtım yapıldı. İstanbul-Ortaköy'de, aralarında Hayko Cepkin ve Beste Bereket'in de bulunduğu zombiler(!) dizinin tanıtımına katkı sağladı. İlk bölüm Amerika'da 11.6 milyon kişi tarafından izlendi. İlk sezon 6 bölüm olarak tasarlandı. Yapımcılar ve kanal, 13 bölümlük 2. sezonun müjdesini verdi. Şimdi bize 2. sezonu sabırla beklemek düşüyor.

Hikayenin sahibi Robert Kirkman, çizgi romanın önsözünde şöyle diyor:

"... Benim için, iyi zombi filmleri asla kanlı, vıcık vıcık vahşet ve şiddet festivali şeklinde geçen ve yanağından dili sarkan soytarı tiplerin hüküm sürdüğü filmler olmadı. İyi zombi filmleri bize ne kadar berbat bir durumda olduğumuzu düşündürür. Bulunduğumuz çevredenin dünyadaki yerini sorgulamamızı sağlar....

Yürüyen ölüler'le, insanların ekstrem durumlar karşısındaki tepkilerini ve olayların onları nasıl değiştirdiğini keşfetmek istedim...."






"Gidelim Gel Hadi Seninle Bu Gece Rebeka'nın Yerine"




       
Yıldızları saydım, hepsi yerindeydi. Ilık bir geceydi. Ben gökyüzüne bakarken, elimden tutup çektin. Adımlarımız hızlandı, arkandan gelirken karşıdaki bahçeyi fark ettim. Ağaçların arasından ışıklar sızıyordu, bir de güzel bir müzik. İnsan sesleri duyuyordum; gülen, neşeyle eğlenen, el çırpan insanların sesleri... 'Rebeka'nın Yeri' yazıyordu duvarda. Tahta kapıdan içeri girdik. Masalar, içkiler, mezeler, çalgılar, mutlu insanlar... Ne kadar güzel bir bahçeydi bu? Bana baktın, kocaman gülümsedim. Elbisemin eteklerini toplayıp geldim peşinden. Beyaz örtülü bir masaya oturduk. Anında doldu masamız; en sevdiğimiz mezeler, rakımız, suyumuz, buzumuz, hepsi bir anda geliverdi, sanki bizi bekliyormuş gibi. Bekliyordu aslında değil mi? 

Kaldırdık kadehleri, gecenin şerefine kalktı kadehler. Yudumlarken içkileri, kadeh sesleri geliyordu her defasında. Bir oyun havası çalmaya başladı birden, yavaş yavaş kalktı insanlar masalarından. Bahçe şenlik yeri oldu birden, ne güzeldi herkes! Sen yaklaştın bana, kulağıma bir şeyler fısıldadın, yine gülümsedim ben. Tuttum elinden, kaldırdım seni, ayakkabılarımı fırlattım bir kenara, çimlerin serinliğini hissettim. Oynayan, eğlenen insanların arasına karışıverdik birden. Uzun zamandır böylesine içten güldüğümü hatırlamıyordum. Ne güzeldin sen, ne güzeldim ben, ne güzeldi bu bahçe, bu insanlar... Yorulana kadar oynadık, hiç tanımadığımız insanlarla kadeh kaldırdık... Gece ilerledi, soğudu biraz hava. Sen biraz daha sıkı sarıldın bana, geçti ürpertim. Gece ne güzeldi, biz ne güzeldik... Elimi tuttun, kulağıma eğildin, dünyanın en güzel kelimesini fısıldıyord...

*
*
*

Uyandım. Bembeyaz bir tavan bana bakıyordu. Odamda olduğumu fark ettim o anda. Yalnızdım, benden başka kimse yoktu. Yalnız ben. Burnumda rakı kokusu. Hayalle yaratılmış bir koku. Geçti birkaç saniyede. Artık yoktu.      
   

6 Kasım 2010 Cumartesi

Haftamı Şenlendirenler




Haftamın Kitabı: Geçtiğimiz yaz kaybettiğimiz Nobel ödüllü Portekizli yazar Jose Saramago'nun dünyaca ünlü romanıyla tanışmamın sebebi, Siyaset Sosyolojisi dersimin zorunlu okuma kitabı olması sayesinde oldu. Jose Saramago'nun aynı adlı eserinden uyarlanan Blindness (Körlük) adlı filmi izlemiştim, ancak Görmek kitabının, bu filmin/kitabın devamı olduğunu sonradan keşfettim ve şu sıralar sınava hazırlık döneminde derslerimden kaçmak istediğim molalarımda okuduğum kitap oldu. Kitabın konusuna kısaca değinecek olursak; adı belirsiz bir ülkede seçim günü bardaktan boşanırcasına yağan yağmur yüzünden kimse oy vermeye gitmez. Ancak saat tam dörtte seçmenler sanki sözleşmişçesine oy vermeye giderler. Hükümet de bunun arkasında yıllar önce körlük salgınından kurtulan tek kişi olduğunu düşünür ve olayı üzerine derin araştırmalara girer. Jose Saramago, demokrasiye günümüz koşullarında farklı bir açıdan bakıyor.

Haftamın Filmi: Das Leben Der Anderen (Başkalarının Hayatı), 2007 yılında en iyi yabancı film dalında Oscar ödülüne layık görülmüş dramatik bir dönem filmi. Berlin Duvarı'nın yıkılışından beş yıl önce eski Demokratik Almanya Cumhuriyeti (Doğu Almanya) hükümeti, acımasızca ve sıkı bir kontrol yöntemiyle devleti yönetmekte, şüpheli bulduğu herkesi Stasi adlı gizli polis servisi ve muhbirleri aracılığıyla fişlemektedir. Ünlü tiyatro yazarı ile oyuncu sevgilisi ve onları izleyen polisin hikayesi işte bu noktada başlamakta, dönemin Almanyasına dramatik bir açıdan yaklaşmakta. Kesinlikle tavsiye edeceğim güzel bir dönem filmi...

Haftamın Albümü: Alma Ahımı şarkısı ve film tadında klibiyle sanal ortamda son dönemlerde en çok paylaşılan isimlerden biri oldu Erdem Ergün. Benim de dikkatimi çekti, önce klibini izledim, ardından yeni çıkan albümü Yek-Ahenk'i dinledim ve oldukça etkilendim. Nev ve Hayko Cepkin arasında bir noktada olduğunu düşündüğüm bir şarkı söyleme tarzı, hüzünlü şarkıları var. Zaman zaman tasavvuf müziği tınılarını duyabiliyorsunuz, zaman zaman gitarın telleri öyle güzel titriyor ki, tekrar tekrar dinlemek istiyorsunuz. Erdem Ergün, kendine has tarzıyla yeni dönemin en çok dinlenen isimlerinden biri olacak diye düşünüyorum ve haftamın albümüne kaydediyorum...

Haftamın Dizisi: Takip ettiğim onca diziden sonra yeni yayın döneminde yeni bir diziye başlamayacağım diye kendime söz vermiştim ama bu sözü The Event için bozmasaydım, gerçekten çok şey kaçırırdım. Nbc'nin yeni dizisi The Event, ilk haftada aldığı yüksek reyting sayesinde tutunmayı başardı. Yine ajanlar, yine gizli işler ve doğaüstü olaylar var ancak The Event'i benzerlerinden ayıran noktalar olduğundan, kendine has izleyici kitlesini oluşturmuş vaziyette. Dizinin kahramanı Sean, kaçırılan nişanlısını ararken, Amerikan tarihinin en büyük sırlarından birine şahit olur ve olaylar gelişir. Fazla ipucu vermek istemem, zira dizinin tadı kaçmasın. Şiddetle tavsiye ederim, izlemeye değer...


4 Kasım 2010 Perşembe

İzmir Oyun ve Oyuncak Müzesi



Değerli sanatçı Ümran Baradan ve Konak Belediyesi’nin öncülüğünde açılan İzmir Oyun ve Oyuncak Müzesi, çocukları ve her daim içinde çocuk ruhunu yaşatanları kucaklıyor…

Eski çağlardan bu yana var olan oyuncaklar, aslında farkında olmadan, insanlığa ve karakter gelişimine katkısı olan en önemli eşyalardandır. İnsanlığın var oluşundan beri, çocuklar ve yetişkinler için oyuncaklar, boş vakitleri değerlendirmek ve keyifli hale getirmek için yanı başımızdadırlar. 

Oyuncak müzeleri, son yıllarda dünyada oldukça değer verilen müzelerden. Zira oyuncakların yapımı, geliştirilmesi, şekillendirilmesi, insanlık tarihiyle paralel süreçte ilerlediğinden, oyuncaklar müzecilik için önem oluşturuyor.

İzmirli ünlü seramik sanatçısı Ümran Baradan, dünyanın çeşitli yerlerinden getirdiği oyuncak koleksiyonunu İzmirlilerle paylaşmak için Konak Belediyesi ile ortak bir çalışma yürüttü. İstanbul Oyuncak Müzesi’ni kuran Sunay Akın’ın da desteğiyle yürütülen önemli çalışmalar neticesinde İzmir ilk oyuncak müzesine kavuştu. İzmir Oyun ve Oyuncak Müzesi'nde 1850’li yıllardan günümüze kadar gelmiş oyuncakların tarihsel evrimi gözler önüne seriliyor. Ziyaretçiler, teneke, tahta, kağıt ve plastik malzemelerden yapılmış çeşitli oyuncakları gözlemleyebilmenin yanı sıra, zaman zaman Hacivat ve Karagöz’ün gölge oyunlarını izleme fırsatı buluyor. Oyuncak Müzesi aynı zamanda hafta sonu çocuklara yönelik aktivitelerle İzmirli oyuncak severlerle buluşuyor. İzmir Oyuncak Müzesi sadece yurtiçinden değil, yurtdışından da oyuncaklarla ve müzecilikle ilgilenen ziyaretçilerini ağırlıyor.

Hayal dünyasına keyifli bir yolculuk için İzmir Oyuncak Müzesi ziyaretçilerini bekliyor.

Adres: Halil Rıfat Paşa No:31 Varyant Konak / İZMİR

Not: Bu yazı Haber Eylül Kasım sayısında yayınlanmıştır.



2 Kasım 2010 Salı

Remember Me - Beni Unutma


Sorunlu bir hayata, sorunsuz bir aşk yerleşebilir mi? Aşk ne derece güçlü olursa olsun, kalıcı olabilir mi? Gidince biter mi aşk? Ölünce biter mi ya da? Nereye kadar sürer ki?

Remember Me, ölümün gölgelediği bir hayata aşkın yerleşmesiyle, o hayatı ne derece değiştirebileceğini anlatıyor bizlere. Melankolik havası, dramatik konusuyla, herkesin izlemeye tahammülünün olmayacağı bir seyir sunuyor. Ruh halinde ani değişimlere sebep oluyor, izlerken duygusal önlemler almak lazım...

Tyler, Hawkins şirketler grubunun yöneticisi olmayı abisinin intiharıyla birlikte reddetmiş, babasından uzaklaşmış, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir üniversite öğrencisidir. Sürekli birlikte vakit geçirdiği abisinin ölümü ani travmalar yaratmış, dağınık bir hayat sürdürmesine sebep olmaktadır. Bir gece bar çıkışında bir kavgayı ayırmak için uğraşırken olaya dahil olur ve polise hakaretten nezarete atılır. Tesadüfen polisin kızı ile aynı dersi aldığını öğrenir ve ev arkadaşının da ısrarıyla Ally ile yakınlaşır. Başta arkadaşlıkla başlayan bu ilişki, çocukluğunda ölüm gibi büyük travmalar yaşayan iki gencin tutkulu aşkına dönüşür. Lakin aile içi problemler, söylenmiş beyaz yalanlar bu aşka engel olacak mıdır? Bu aşk ölene kadar mı sürecektir? Bu sorulara cevap veren oldukça trajik bir hikayesi olan Remember Me, izleyiciye oldukça duygusal anlar yaşatıyor. Sonu ise hiç beklenmedik bir anda Amerikan yakın tarihinin en önemli olaylarından biri ile ilişkilendiriliyor, ki bu da filmin en can alıcı noktası.

Filmin başrollerinde Alacakaranlık serisinin yıldızı Robert Pattinson ve Lost'un yıldızlarından Emilie De Ravin yer alıyor. İki genç oyuncunun rollerinin üstesinden geldiğini söylemek lazım. Filmin bir Hollywood yapımından çok bağımsız film tadında olması ayrı bir keyif. Filmde ayrıca James Bond serisinden tanıdığımız Pierce Brosnan, Lena Olin ve Chris Cooper da ebeveyn rolleriyle oldukça başarılı. Bir de filmin küçük yıldızı Ruby Jerins var ki, ondan bahsetmeden geçmek haksızlık olur. 'Büyümüş de küçülmüş' tabiri kesinlikle onun için geçerli. Harika bir oyunculukla, filmin en önemli karelerini oluşturuyor adeta!

Remember Me bir aile dramı. İç acıtıyor, yürek burkuyor ama kendini izlettiriyor. Yaşamda hüzün de mutluluk da bir aradaysa, bu film yaşamın hüzün kısmını oluşturuyor. Bu tatta filmleri sevenler için oldukça iyi bir film. Mendil tavsiyeli bir hüzün masalı...

"Parmak izlerimiz dokunduğumuz hayatlardan silinmez..."



29 Ekim 2010 Cuma

"Göğe Bakma Durağı"


Bazen yalnız bir şiir, uğruna milyonlarca kelimeyi dökecek kadar his bırakır insanda. Turgut Uyar'ın Göğe Bakma Durağı şiiri de böyledir. Şimdi çok konuşsam bilirim, bu şiirin büyüsü kaçar. Şimdi çıkıp sokaklarda Göğe Bakma Durağı'nı arasam, otobüsler bile bilemez yerini, bilirim, çok uzaklardadır. Ama bir gün Göğe Bakma Durağı'nı bulursam eğer, bir otobüs alacak beni oradan, çok güzel bir yere götürecek., eminim. "Dönmeyecek bir yer beğeneceğim, başka türlüsü güç." O güne kadar beklemem gerek, bilirim...


İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yanan otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım

İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım

Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım


                                          Turgut Uyar 

 

25 Ekim 2010 Pazartesi

Laura Izibor - Soul Müziğin Yeni Ruhu



Hep derim ya; izlediğim bir dizi, film, okuduğum bir kitap, dinlediğim bir şarkı bir şeyler katmalı bana. Boşa asla geçmek istemem, beni başka bir yöne çekmeli. Yine başka başka yerlere çektiler beni, yine güzel bir ses keşfettim One Tree Hill sayesinde: Laura Izibor!

Laura Izibor'un kadife sesini ilk duyuşum değil aslında; bilen bilir, fena halde mahvedici özelliği olan P.S. I Love You filminin soundtrack albümünde Carousel şarkısını seslendiriyordu. Oradan bu sese, bu isme aşinalığım vardı. Ama geçen akşam One Tree Hill'in yayınlanan son bölümündeki performansı ve Can't Be Love şarkısıyla beni öylesine benden aldı ki, kendimi bir anda O'nun şarkılarını dinlerken buldum. İsterim ki, siz de keşfedin bu tatlı kadını...

Laura Izibor, Dublin'de işçi bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Evde müzikal bir hava yoktu, Izibor içindeki müzik yeteneğini kendi kendine keşfetti. "Annem o zamanlar 5 çocukla ilgileniyordu. Albüm satın almak için yeterli paramız olmadı çoğu zaman. Müziği kendi kendime 13 yaşında keşfettim" diyor Laura Izibor. Stevie Wonder, Candi Staton ve Roberta Flack araladı kapıları. Sonra bu müzisyenler başka kapılar açtılar ona. Önce Marvin Gaye'i, sonra Otis Redding'i keşfetti ve soul müziğe aşık oldu.

15 yaşındayken İrlanda'nın prestijli ödüllerinden "2FM Song Contest"i kazandı. 17 yaşındayken ilk albümünün hazırlıklarına başladı. Kendi şarkılarını yazdı; 4 yıl boyunca New York, Atlanta, Philadelphia ve Dublin'de turnelere çıktı, şarkılarını kaydetti. 2009'un başlarında Laura Izibor, tamamını kendi hazırladığı Let The Truth Be Told albümüyle resmi olarak dinleyicisiyle buluştu. " Albümün ismi çok güçlü hissettiriyor, neredeyse İncil gibi..." diyor Laura Izibor ve ekliyor: "Bu albümü ben yazdım çünkü bu benim gerçeğim. Bu samimi ve kişisel bir kayıt, çünkü içindekiler hayatımdan parçalar."

Müziğe böylesine aşık bir kadından kötü bir müzik çıkması zaten mümkün değil. Şarkı söylerken tüm bu duyguları hissedebiliyorsunuz. Piyanonun başında şarkısını söylerken, müziğin ruhtan, içten gelen bir şey olduğunu görebiliyorsunuz. Laura Izibor müzik için yaratılmış bir kadın adeta...

"Hayat güzeldir. Müzik şaşırtıcı. Sadece sevdiğim şeyi yapıyor olmak harika bir şey, bu yüzden minnettarım."


23 Ekim 2010 Cumartesi

Sessiz Ruhlar Tüneli



Hişşt, ses çıkarma, sessiz ol. Burada, yalnızca burada kal. Duymasınlar bizi. Nefes alma hatta; sen nefes aldıkça benim nefesim kesiliyor. Hişşt, dur biraz, biraz daha kal, acele etme. Geliyorlar, sessiz ol. Bizi bulurlarsa, gerçekten bulurlarsa, biz biteceğiz. Bir masal sona erecek. O yüzden sessiz olalım şimdi. Uzan biraz, gökyüzünü seyredelim. Nefesini yavaşça bırak, mümkün olduğunca sessizliğe yanaş. Yalnızca gökyüzünü seyredelim şimdi. Güneş batsın, gece olsun, yıldızlar göz kırpsın bize. Biz orada oldukça, biliyorum, sonsuzluk olacak. Bilmem kaçıncı gece olacak, fark etmeyeceğiz. Ay'ın yüzünde kraterleri seyredeceğiz. Tekrar gündüz olduğunda bulutların neye benzediği hakkında konuşacağız; ama içimizden. Kimse duymasın diye, içimizden konuşacağız. Böyle anlayacağız birbirimizi. Sözcüklere gerek yok; bakmak, dokunmak yeterli. Sessiz ol şimdi. Derin derin nefes al, beni dinle. Ben dinliyorum seni. Dinliyorum ve anlıyorum. Ne demek istediğini iyi biliyorum. O yüzden seslere gerek hiç yok. Ruhlarımız yeterli...


21 Eylül 2010 Salı

Allianoi Yok Olmasın!


Günden güne eriyen bir hasta gibi, Allianoi gözlerimizin önünde toprağa gömülüyor bugünlerde. 12 seneden beri toprağın altından binbir emek ve uğraşılarla gün yüzüne çıkartılmış antik kent Allianoi, yeniden toprağa gömülüyor. Dur diyebilecekler, durmuyor. Allianoi ihanete uğruyor. 

Allianoi antik kenti İzmir'in Bergama ilçesi sınırlarında yer alan tarihi bir kent. Yaklaşık 1800 yıllık bir geçmişe sahip. Prehistorik dönemden günümüze kadar gelebilmiş, tarihi çağlardan izler taşıyan, daha önce yasalarla koruma altına alınmış ancak ihanete uğramış bir kent. İçerisinde Prehistorik döneme ait eşyalar, Helenistik dönemden kalma küçük bir termal merkezi, Roma döneminden kalma yapılar, köprüler, caddeler, sokaklar, Bizans döneminden kalma kilise, metal, cam ve seramik atölyeleri bulunmuştur. Allianoi günümüze gelen dek birçok doğal felakete uğramış, ancak günümüze ulaşmıştır.

Şimdi Yortanlı gölet barajının hayata geçirilmesiyle sular altında kalacak. Proje aynen uygulanırsa, baraja su toplanmaya başladığı gün Allianoi de tamamen sular altında kalacak. Kocaman bir tarih, ömrü tahmini olarak 40-60 sene içinde değişecek olan barajın yapımı için yok edilecek. Bir dünya mirası olarak kabul edilmesi ve özenle korunması gereken bu kent, birilerine rant sağlamak için kurban edilecek.

Allianoi'nin kumla kapatılması işlemine geçtiğimiz günlerde başlandı. Türkiye'nin çeşitli yerlerinden gelen bir grup çevreci, bu vahşeti durdurmak için kendilerini bir vince zincirledi, ancak bu durum da diğerleri gibi hiçbir şeyi değiştirmedi. Çeşitli çevre ve doğa derneklerince bu yürütmenin durdurulması amacıyla çeşitli çalışmalar devam ediyor. Ancak birçok konuda geç kalmış, yerine getirilmemiş adaletin, hukukun, Allianoi'nin yok olması sürecinde bu kadar çabuk işlemiş ve yerine getirilmiş olması oldukça ilginç. Muhtemelen bu ve bunun gibi daha birçok yazıdan yükselen çığlıkları kimse duymayacak. Allianoi, tüm çabalara rağmen yok olacak.

Bir gün çocuklarımıza bir masal anlatacağız: "Bir varmış, bir yokmuş. Binlerce yıl önce mutlu insanların yaşadığı bir kent kurulmuş. Herkes orada şifa bulurmuş. Sonra bir gün bıyıklı amcalar gelmiş, baraj yapmak için koca bir kenti sular altına gömmüş. Bir zamanlar orada yaşayan insanlar, asıl şimdi ölmüş..."

Allianoi yok olmasın!

Lütfen!

17 Eylül 2010 Cuma

Doğru Türkçe


Uyarı: Birazdan okuyacağınız bu yazı yüksek dozda ukalalık içermektedir.

Evet, ben takıntılıyım. Türkçeyi doğru kullanma, doğru yazma konusunda fena halde takıntılıyım. İlköğretimi bitirdiysen, ortaöğretimi bitirdiysen, üniversite okuyorsan hele bir de, doğru yazacaksın kardeşim! İster resmi bir kâğıt olsun, ister içinizi döktüğünüz bir blog sitesi, isterseniz de bir paylaşım sitesi. Doğru yazın mutlaka! Dilimiz bize miras değil mi? Öyle öğretilmedi mi bize? Ee, o zaman neden düzgün yazamıyoruz? Neden yanlışlarımızı giderme konusunda yaşımızla doğru orantılı gelişemiyoruz? Biz neden Türkçeyi bilmiyoruz?

Susuyorum, susuyorum ama vallahi gördükçe sinirlerim tepeme çıkıyor! Yahu bütün eğitimlerini tamamlamış bir insan, görgülüyüm, bilgiliyim diye geçinen bir insan, bağlaç -de,-da ekini kelimeye bitişik yazıp, bir de -te,-ta şekline nasıl çevirir? Aklım almıyor benim...

Bu yazıyı, Türkçede en çok yapılan yanlışları gözler önüne sermek için adadım. Ben bildiğimi anlatacağım kardeşim! İster ukalasın deyin, ister başka bir şey. Susamıyorum, anlatacağım.

Önce en çok yanlış yazılan kelimelere bir göz atalım. Sanıyoruz ki, şivemiz gereği ağzımızdan çıkan sesler, kelimede de o şekilde geçiyor. Hayır, değil! Açın, bakın imla kılavuzuna Allah aşkına, değil! Herkes kelimesi mesela, bir bakıyorum "herkez" yazıvermişler. Korkunç! Yahu, nerede gördün o 'z'yi? Sonra yanlış kelimesi var mesela, o da dilin tembelliğinden dolayı ağızdan çıktığı gibi "yalnış" şeklinde yazılıyor. Bir de bu kelimeye karşıt bir kelime var, sıkça yanlış yapılıyor, o da: Yalnız. Bazılarınca "yanlız" diye yazılabiliyor, yanlış! Türkçede 'l' ve 'n' seslerinin yan yana gelmesi dili zorlayıcıdır. Bu yüzden ağızdan çıkan sesleri duyduğumuz şekilde yazmak gibi bir gaflete kapılıyoruz, nasıl da çirkin duruyor ama, yapmasak keşke! Şimdi bir de çikolata meselesi var. "Çukuluta" falan değil o işte. Bildiğin çikolata! Teknolojik terimler girdi bir de hayatımıza, içlerinde boğuluyoruz adeta. "Şarz" denmez mesela, şarj'dır o, yabancı bir kelimedir ama olsun, Türkçe'ye böyle geçmiştir. "Çünki" diye bir şey yoktur mesela, çünkü'dür doğrusu. Saymakla bitmeyecek o kadar çok şey var ki, en sık kullanılanlardan aklıma gelenler bunlar şimdilik.

Gelelim şu ayrı-bitişik yazma meselesine. Asıl beni delirten mevzu. Önce tipik kelimelere bir göz atalım. En çok kullandığımız günlük kelimeler 'şey'li kelimeler, bizim kurtarıcımız adeta! Bir şey ayrı yazılır, nokta. Araya koy boşluğu, bu kadar. Doğrusu bu, doğru yaz, üşenme, öğren. Vallahi ben böyle yapıyorum, hiç üşenmiyorum. Açıyorum, bakıyorum doğrusuna, oh içim rahat! Her şey de ayrıdır. "Birşey", "herşey" diye yazılmazlar, yanlış. Görüyorum, bazen 'an'lı kelimeler de yanlış yazılıyor. Bir an doğrusu, "biran" değil. O zaman başka anlama geliyor. Şu an doğrusu,"şuan" değil. İkisi ayrı yazılması gereken ve tek başına anlamı olan kelimelerdir. Biraz kelimelerin yazımına mantıkla yaklaştığında, kelimenin doğrusunu bulacaksınız zaten. Bulamazsanız da, imla kılavuzu var, TDK var, internet var, hemen bulabiliyorum ben, çok basit!

Şimdi gelelim asıl meseleye; bağlaçların ayrı, iyelik eklerinin bitişik yazılmasına. Bağlaç -ki'nin yazılışları herkesin kafasını çok karıştırıyor. Bitişik yazılanlar, sıfat anlamındakiler mesela: Parktaki, masadaki vs. İyelik zamiri anlamındaki -ki de bitişik yazılır: Seninki, onunki gibi. Bazı kalıplaşan sözcüklerde de -ki eki daima bitişiktir: Oysaki, mademki, illaki, halbuki, sanki vs. Zaman bildiren anlamda -ki de bitişik yazılır: Akşamki, sabahki vs. Ayrı yazılan -ki bağlaç anlamında olanlardır, kullanıldığı cümle içinde cümleleri, yan cümleleri bağlar: Öyle ki, elbette ki, tabii ki, nasıl ki, demek ki, ta ki, ne var ki, sen ki gibi daha birçok örnek...

Sırada -de, -da'nın ayrı yazımı var; hiç bilmediğimiz, hiç dikkat etmediğimiz, beni en çok delirten yanlış! Ek olan -de, da bitişik yazılır sadece. Bulunma hali olduğu durumlarda bitişik yazacaksınız bu kadar basit: Evde, geçenlerde, sende vs. Cümleyi bağlayan, vurgu yapan -de, -da ayrı yazılır. "Bırakıp da gittim." derken, sen "bırakıpta" yazan arkadaşım, beni çok güldürüyorsun, yapma! Yahu Türkçede nerede gördün o yazımı? Ağzından öyle çıkıyor diye, kağıtta da öyle yazacak değil ya! Doğrusu budur, böyle yaz. Bağlaç olan ile ek olan -de, -da'yı ayırmanın mantıksal ve çok kolay bir yolu var. Cümle içinde kullandığınızda, cümleden çıkarın; eğer cümle anlamsız kalıyorsa o -de, -da bitişik yazılacaktır. Ama çıkardığınızda anlamını yitirmiyorsa ayrı yazılacaktır, öyle bitiştirip bir de sertleştirmeye çalışıp -te, -ta yazıp aptallık yapmaya gerek yok, doğrusu böyle! "Okumayı da öğrendim, yazmayı da." Çıkarın bu cümleden -da'yı, anlamını çok da yitirmiyor değil mi? O zaman aynen böyle ayrı yazacağız. 'Dahi' anlamında kullanılan -de, -da'yı ayrı yazacağız. Diğer bütün ekler ismin hali eklerindendir, bitişik olacaktır kelimeye.

Ben doğru yazarsam, beni okuyan da doğru yazacak, ben buna inanıyorum. Türkçeyi yabancı kelimelere kurban ettiğimiz şu çağda, korumak ve kollamak bizim elimizde. Hele ki, şu yaşa gelmişsek, eğitim almışsak, yanlış yazmak bir utançtır bence. Ben yanlış bildiğim her kelime için utanıyorum, uğraşıp, araştırıp düzeltiyorum. Herkesin de utanması ve düzeltmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yazıyı da "aklıma mukayyet" olmak için yazıyorum.

Doğru Türkçe için ben varım, siz de var mısınız?

http://www.tdk.gov.tr/

13 Eylül 2010 Pazartesi

Demokrasinin Keskin Kılıcı


Demokrasi, milletçe bir türlü kabullenemediğimiz ve anlayamadığımız bir olgudur. 12 Eylül referandum sonuçlarıyla bunu bir kez daha görmüş bulunmaktayız.

Sonuçların açıklanmasıyla birlikte hayır'cıların evet'çileri aptal ilan etmesi -ki bu en iyi sıfat-, evet'çilerin başka bir şey kazanmışçasına el ovuşturmalarını izlemeye başladık. Anayasanın oylandığını, bu ülke için ne kadar önem arz ettiğini unuttular adeta. Hayır'cıların ağza alınmaz küfürlerini hayretler içerisinde izlemekteyim. Demokrasinin bir hak olduğunu ve kişinin bu hakkını istediği gibi kullanabileceğini unuttuk değil, bilmiyoruz resmen. Sonuçlara şaşıranınız var mı sahi? Ben hiç şaşırmadım. Anayasanın ne olduğunu bilmeyenlerin, ne işe yaradığını bilmeyenlerin, maddelerin ne anlama geldiğini bilmeyenlerin büyük bir çoğunluğu oluşturduğu bir ülkede yaşıyoruz. Her an, her saniye ağzımıza geleni söyleyebildiğimiz sanal platformlarımız varken, sınıflarında sobayla ısınmaya çalışan küçük çocukların çığlığını duyuramadıkları bir toplumda yaşıyoruz. Eğitim çürük temeller üzerine kurulmuşken, demokrasiden nasıl bahsederiz? Bilmediğin bir kağıda mühür basmak, demokratik bir duruş mudur? Hele ki, nereye mühür basacağını kafana vura vura söyleyen birileri varken, demokrasi nasıl kalır hayatta? Sonunda korktuğumuz rejimlere dönüşecek bir canavar olmaz mı demokrasi elimizde?

Büyük, kocaman gökdelenler dikiyoruz. Sadece bir açıdan baktığımızda her şey mükemmel. Sadece bir açıdan baktığımızda okuma-yazma oranı, kişi başına düşen milli gelir, dış borç, her şey harika. Peki, gökdelenlerin arkasına bakıyor muyuz? Derme çatma evleri görebiliyor muyuz? O evlerin içinde yaşayan ve demokrasiyi sadece mitingte liderler bas bas bağırırken duymuş, ne anlama geldiğini öğrenebilecek bir yordamı olmayan insanları görebiliyor muyuz? Hayır, görmüyoruz. Görmek istemiyoruz. Herkesin, her şeyi bilmesi tehlikeli görülür bazılarınca. Yoksun olmak, fakir edebiyatının okuyucularını arttırır zira.

Nasıl bir ülkede yaşıyoruz biliyor musunuz? Anayasa referandumu için boykot kararı alındığı, boykota uymayanların molotof kokteylleri ile yakıldığı, oy kullanmaması için her türlü zulmün yapılabildiği, sandık taşıyan askeri aracın saldırıya uğradığı, referandum kampanyalarının rant aracına dönüştüğü, zaten pek bir şey bilmeyen halkın, hiçbir şey bilememesi için her şeyden mahrum bırakıldığı, oy kullananların sadece bir basamak olarak görüldüğü ve zamanı geldiğinde ezilip geçileceği, darbenin her zaman bir tehdit unsuru olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Dolayısıyla böyle bir ülkeden ne sağlıklı bir anayasa, ne tam bir demokrasi ne de bunların gerektirdiği düzgün bir referandum bekleyebiliriz.

O yüzden ne karşıt görüşlere küfür etmeye gerek var, ne de Aziz Nesin'in demek istediği şeyleri çarpıtarak kılıf uydurmaya. Aptal olmayalım, bu sonuçları biz istedik çünkü. Taze bedenlere sağlıklı bir ortam sağlamadan, taze beyinlere hukuk, demokrasi, anayasa bilinci sağlamadan yeni bir nesil yaratmaya çalışıyoruz. Yanlış başta, anlamıyor muyuz? Cehaleti ortadan kaldırmak gerek, eğitim gerek, neden anlamıyoruz?

Demokrasinin keskin kılıcı, bazılarının başını gövdesinden ayıracaktır muhakkak. Önemli olan başımızı eğeceğimiz zamanı öğrenebilmek.

5 Eylül 2010 Pazar

Haftamı Şenlendirenler




Haftamın Kitabı: Uzun zamandır kütüphanemde okunmayı sabırla bekleyen kitaplarımdan biri olan Kuzey Yanım Ayazım, sonunda raftan indi, hafızamda kayda başladı. Büyük, kocaman bir kitap Kuzey Yanım Ayazım, hem boyut, sayfa olarak, hem de içinde barındırdıkları açısından. Gazeteci Fügen Ünal Şen'in kaleme aldığı Kuzey Yanım Ayazım, 1950-2000 yılları arasında geçen olayları, gazetelerden yola çıkarak Kız Kulesi'nin ağzından anlatıyor. Siyasetten sanata, edebiyattan spora, Türkiye'nin 50 yılında yaşadığı tüm önemli olayların yer aldığı bu değerli kitabı, bitirince uzun uzun anlatacağım sizlere.

Haftamın Filmi: Geçtiğimiz Mayıs ayında vizyona girmiş olan Unthinkable, "düşünülemez" dediğimiz birçok şeyi düşünmemizi ve görmemizi sağlayan bir aksiyon ve gerilim filmi. Amerikan vatandaşı Müslüman bir teröristin şehrin farklı birkaç yerine yerleştirdiği bombalarla ülkesini tehdit etmesi, istediklerini yaptırmak adına devlet adına çalışan azılı bir işkencecinin işkencelerine maruz kalmasını anlatıyor film. Zaman geliyor işkenceci devletin yanında, zaman geliyor teröristin yanında buluyorsunuz kendinizi. Dünyanın her yerine yayılmış terör olaylarının sebeplerini, gelişmelerini ve sonuçlarını görmenizi sağlayan filmin başrollerinde Samuel L. Jackson, Carrie-Anne Moss ve Michael Sheen paylaşıyor. Dram ve aksiyonu bir arada sevenlerin kaçırmaması gereken bir film fikrimce.

Haftamın Albümü: Calypso müziğinin dünyaca ünlü isimlerinden biri olan Metin Ersoy'un, kendisi gibi müzisyen oğlu Emir Ersoy ve grubu Projecto Cubano ile çıkardığı yeni albümü Yaşama Bir Şans Ver, müzik marketlerde yerini aldığı gibi bende de yerini aldı. Salsa, rumba, guaguanco, timba, cha cha, merengue ritimleri taşıyan bu harika albüme ünlü sanatçılar destek verdi. Ajda Pekkan, Kenan Doğulu, Funda Arar, Ayça Varlıer, Metin Ersoy, Yaşar, Deniz Seki, Kubat, Deniz Seki, Tuğba Özerk ve Emre Altuğ'un en güzel şarkılarıyla yer aldığı albümün tüm gelirlerinin sokak hayvanları için bağışlanacağını öenmle belirtir, mutlaka bu müzik şölenine kulak vermenizi öneririm.

Haftamın Dizisi: Uzun zamandır ha izledim, ha izleyeceğim deyip kenarda tuttuğum dizilerden birini sandıktan çıkardım sonunda: How I Met Your Mother... Evet, tepkileri duyar gibiyim ama ne yapayım, o kadar çok ki takip ettiğim diziler, bu şahane diziye bir türlü sıra gelmemişti. Yıllar geçtikçe etkisi dalga dalga yayılan How I Met Your Mother, özellikle gençler arasında adeta bir fenomen haline geldi. Çok fazla anlatmaya gerek yok sanırım, bilmeyen, haberi olmayan da pek yok gibi. 15 gün sonra 6. sezonuyla yeniden izleyicisiyle buluşacak bu komediyi hala izlemeyenler varsa başlasın, yetişsin bana, biz de aramızda Barney esprileri falan yapalım, kıskanıyorum.


2 Eylül 2010 Perşembe

"Yenilmez"


Ben bir şeyi çok sevdiysem, mutlaka iz bırakmıştır bende. Bir şarkı, bir şiir, bir film, bir dizi, bir kitap... Hepsinin izi vardır bende, bugün buraya yazdıklarımda. Öylesine sevemem ben hiçbir şeyi, benim yüklediğim anlamı taşıyabilmeli mutlaka... One Tree Hill da benim 7 senedir en sevdiğim televizyon yapımlarından biri oldu. Lise yıllarım onunla geçti. Neden sevdim diye sorarsanız; bana o kadar güzel şarkılar, o kadar güzel şiirler kattı ki, çoğaldım ben bildiklerimle. Boşa izlemedim, hep bir şeyler aldım ondan.

Bir şiir vardı, seneler önce ilk duyduğum günden beri aklımdadır, bayılırım sözlerine. Baş karakterlerden edebiyat aşığı Lucas, bir bölümün sonunda bu şiirden bir pasaj okuyordu. Bir çarpılma anıydı adeta. Ne güçlü, ne inançlı, ne güzel bir şiirdi. "Kaderimin efendisi de benim, ruhumun kaptanı da..." diye sonlanıyordu. Hemen yazdım bir kenara, sonra araştırmaya koyuldum. Önce şiirin tamamını, sonra da orjinalini ve yazarını buldum:

İnvictus, yani "Yenilmez", 1875 yılında İngiliz şair William Ernst Henley tarafında kaleme alınmış. William Ernst Henley, 1849-1903 yılları arasında yaşamış İngiliz şair, eleştirmen ve editör. Yazdığı bu şiir, tüm dünyada tanınmasını sağlamış. Henley, yazdığı şiirlerle bir dönem Nelson Mandela'ya eşlik etmiş. İnvictus, Oklohama'da yaşanan bombalama olaylarından sonra idam edilen Timothy McVeigh'in idam öncesi son sözleri olarak okuduğu, Robert Louis Stevenson'un Define Adası'ndaki Long John Silver karakterini yaratırken esinlendiği, Clint Eastwood'un 2009 senesinde çektiği filmine ilham kaynağı olan muhteşem bir şiir. Benim de hayatımda özel bir yeri vardır, bir nevi "yenilmez" hissettirir...


İnvictus

Beni örten geceden,
Maden ocağı gibi siyah kutuptan kutba,
Minnettarım hangi tanrılara olursa olsun     
Fethedilemeyen ruhuma.

Durumun devrilen pençesinde
Ne göz kırptım ne de yükses sesle ağladım.
Şansın döven sopasının altında

Kafam kanlı, fakat bükülü değil.

Bu gazap ve gözyaşları yerinin ötesinde
Gölgenin dehşeti hayal gibi görünür,
Ve gene de senelerin tehditleri
Bulur ve bulacaktır beni korkusuz.

Önemi yok geçit ne kadar düz,
Sarılan kâğıt ne kadar çok cezayla dolu olsa da,
Kaderimin efendisi de benim,

Ruhumun kaptanı da...

William Ernst Henley (1875)

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Behçet Aysan - Güvercinlerin Şairi



"Sen bu şiiri okurken,
 Ben belki başka bir şehirde
 Ölürüm."

Bir şeyler karalarsınız beyaz kağıda, ellerinizden kelimeler dökülür. Bir gün gerçek olacağını bile bile, ölümlü cümleler yazar mı insan? Yazar. Şairse, yazar elbet. Ölmeyi yaşamak gibi anlatır, bir gün vakti gelince, ateşler içinde ölmeyi yaşar, kalbi hiç atmamış zavallıların ülkesinde.

"kırgınım, saçılmış
bir nar gibiyim

sessiz akan bir ırmağım
geceden
git dersen giderim
kal dersen kalırım"

Behçet Aysan, 93'te Sivas katliamında yitirdiğimiz aydınlarımızdan. İnsanın yüreğini acıtan bir sonla uzaklara giden bir şair o. Kalpsizlerin çaktığı bir kibritle güvercin misali uçup gitti, ardında şiirlerini bıraktı hatıra. Dostları kapısında "yarım saat içinde geliyorum, bekleyin." yazılı bir not bulmuşlardı sonra. Ateşlerin içinden çıkabilseydi, gelecekti. Olmadı, gelemedi.

"belki
sararmış
eski resimlerde kalırım
belki esmer bir çocuğun dilinde."

Behçet Aysan, 1949 Ankara doğumlu. 1968 yılında Ankara Tıp Fakültesi'ne askeri öğrenci olarak girdi, tabip çıktı, atandı, görevini yerine getirdi, yaraları iyileştirdi. 1983'te ilk kitabı Karşı Gece'yi yayınladı. 84'te yayınladı Sesler ve Küller kitabı ile Yaşar Nabi Nayır Ödülü'ne layık görüldü. 1986'da yayınlanan Eylül adlı kitabıyla Ceyhun Atuf Kansu Ödülü'ne, Deniz Feneri ile Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü'ne layık görüldü. 93 yılında Pir Sultan Abdal Kültür Festivali'ne katılmak için gittiği Sivas'ta, Madımak Oteli'nde gericilerin alevlendirdiği bir yangında hayatını kaybetti. İçinde biriktirdiği duyulmamış şiirleri de onunla birlikte göçüp gitti. 37 aydın, alevlerin içinde karanlığa gömüldü, Behçet Aysan da orada yitip giden Türkiye'nin aydınlık yüzlerinden biriydi.

"sana neyi anlatayım
her sarnıç küflü bir yağmuru,
her sevda bir ayrılığı yaşar."

Güvercinleri Sevindirin şiirinde tanıdım O'nu. İlk okuyuşta ezbere aldım, anlamak istedim. Ne zaman şiir duymak istesem, bu şiiri okudum kendi kendime. Bu satırları yazan şairin ölümsüz olacağını kabullendim. Ustaya saygı mahiyetindeki bu yazının bütününü aydın, şair, doktor ama önce "insan" Behçet Aysan'a ithaf eder, bulutlara selam ederim.

Güvercinleri Sevindirin

her sabah
uyandığımda,
gördüğüm düşü hayra yorarım
açmasına açarım da
göğsümün altın kafesini
korkarım
ya bu gece
güvercinler
yüreğimden başka bir ülkeye
göç etmişlerse.

çünkü, ben ilyas
hasköy'lü -
kör ilyas,
şu koca istanbul şehrinde
yenicami önünde
sanki dünyanın bütün
açlarını
doyuruyormuş gibi
gururlanan bir sevinçle
darı satarım
savrulması için güvercinlere.

22 Ağustos 2010 Pazar

Yasmin Levy - Doğu'dan Batı'ya Sefarad Ezgileri



O'nun sesini duyduğunuzda ruhunuza garip bir duygu dokunur. Sesinde hüzün vardır, saklanmış mutluluk vardır, acı vardır. Doğu-batı adeta Yasmin Levy'nin içinde hapsolmuştur. Ona kulak vermenizi gerçekten isterim, çok özel biridir.

Yasmin Levy, 1978 Kudüs doğumlu. Çocukluğundan beri, birbirine düşman Arap ve Yahudiler'in arasında büyümüş, yakın arkadaşları Arap olan bir Yahudi olarak barış ve hoşgörüden yana. "Benim şarkılarımda kavga yok." diyor Yasmin Levy. İspanyol aile dostlarının yanında flamenkoyu öğrenmiş ve şarkı söyleyebildiğini, müziğe olan ilgisini keşfetmiş. Kilisede koro şefi olan babasının yardımıyla da müzikte yolunu çizmiş. 15. yüzyılda Balkanlar'a sürülen İspanyol Yahudiler'in çoğunluğu bugünkü Türkiye topraklarına yerleşmiş. Sefarad diye tabir edilen müzik türü bu şekilde ortaya çıkmış. Yasmin Levy de bir İspanyol Yahudisi olarak Sefarad müziğinin bugün dünyada en önemli temsilcilerinden.

O'nun müziğinde bizden de bir şeyler var. Dinleyince tınılarının kökenlerinize dokunduğunu hissediyorsunuz. Anadolu'nun hüzünlü ezgileri, Yasmin Levy'nin müziğinin temellerini oluşturan ezgilerden. Osmanlı İmparatorluğu'nun Sefaradlar'a kucak açtığını ve babasının İzmir'de doğduğunu anlatıyor Yasmin Levy. Bu yüzden kurduğu müzik grubunda Türk müzisyenlere de yer vermek istemiş. "Müslümanlar esasında en iyi müzisyenlerdir. Ben Müslümanlarla ve onların müzikleriyle büyüdüm." diyerek geçmişine saygı duyuyor.

Yasmin Levy, profesyonel anlamda müziğe 2004 yılında başladı. İlk albümü Romance & Yasmin 2004 yılında dinleyicisiyle buluştu. Ardından 2005 yılında La Juderia (Yahudi Mahallesi) albümünü piyasaya sürdü. 2007 yılında çok konuşulan Mano Suave (Yumuşak El) albümüyle yeniden dinleyicisinin karşısına çıktı. Dünyanın birçok yerinde konser verdi. Türkiye'ye de defalarca geldi. İstanbul Caz Festivali'nde izleyenleri büyüledi. İbrahim Tatlıses'le düeti çok konuşuldu. Türkiye'ye olan hayranlığından, anne ve babasının doğduğu topraklardan her zaman övgüyle söz etti. Bizim kültürümüze Orhan Gencebay'a "Orhan Baba" diyecek kadar yakın. Yasmin Levy, 2009 yılında Sentir (Hissetmek)  isimli 4. albümüyle dinleyicileriyle buluştu, hala dünyayı dolaşmaya ve dinleyicilerini o buğulu sesiyle büyülemeye devam ediyor. 

Yasmin Levy'nin öyle içten, öyle hüzünlü bir sesi var ki, etkilenmemek elde değil. İlk defa sesini duyduğumda, bir süre yerimde öylece durdum ve dinledim. Hem böylesine tanıdık, hem de böylesine değişik bu sesin hikayesini merak ettim. Dinledikçe tanıdım, tanıdıkça sevdim. Kültürümüze bu kadar yakın, müziğe bu derece hisli yaklaşan Yasmin Levy 'ye hayran olmamak elde değil. Siz de bu muhteşem kadına kulak verin, ruhunuzu dinleyin...


21 Ağustos 2010 Cumartesi

Kahve: Mucize Tadın Öyküsü




"Alkol alırken hatırlar, kahve içerken unuturum. Bu yüzden alkol değil, kahve bağımlısıyım."

Kimi zaman sakinleştirici, kimi zaman uyarıcı, uyandırıcı, kimi zaman zihin açıcı, kimi zaman ağrılarıma ilaç... Bir çekirdeğin büyülü değişimi: Kahve!

Bu tatla tanışmayan kişi yok denecek kadar azdır, varsa da üzülürüm onun için. İçiyoruz, içiyoruz da biliyor muyuz nerelerden geldi, nasıl geldi, nasıl insanlar için böylesine önemli bir besin haline geldi? Kahvenin öyle büyülü bir serüveni, hakkında öyle rivayetler, insanlık tarihinde öyle önemli bir yeri var ki, hazır kafeinle dolup taşmışken, bildiklerimi anlatmak isterim, onu daha da çok sevelim diye.

"Kahvenin ruhu ziyaret ediyor beni, saf, keçilerin sevdiği kabuk gibi acı, Oğlak Dönencesi gibi yakıcı, Kafka bahçeleri gibi kokulu."  Charles Louis de Montesquie

Kahve, tarihte ne zaman, nasıl ortaya çıktı, meçhul. Homeros ve bazı Arap efsanelerinde uyarıcı etkisi olan, gizemli, siyah ve acı bir içecekten bahsediliyor, ancak kahve mi, bilinmiyor. Kahve çekirdeklerinin Etiyopya'da ortaya çıktığı, oradan dolaşarak tüm dünyaya yayıldığı düşünülüyor. Bir rivayete göre mesela, kahve keçilerin keşfi. Efsaneye göre çoban Kaldi, merada otlattığı keçilerinin tuhaf davranışlar sergilediğini fark eder. Bütün gece uyumadan hoplayıp zıpladıklarını görür. Çalılıkların arasında küçük kırmızı meyvelerden otlandıklarını fark eder, kendisi de çiğner ve bu meyvenin etkisi olduğunu düşünür, bir keşişe bundan bahseder. Keşiş, bu meyveleri ezerek toz haline getirir, kaynamış suyu üzerine döker ve böylece kahve dünyada ilk defa denenmiş olur. Bir başka rivayete göre, Müslüman derviş düşmanları tarafından kentten sürülür ve çöle atılır.  Açlıktan ölmek üzere iken, bir ses ona yakınındaki bitkileri yemesini söyler. Suyla kahve çekirdeklerini ıslatır, çiğneyemeyince suyla birlikte yutar. Bir anda hissettiği gücün tanrının kudreti olduğunu varsayar. Rivayetler o kadar çoktur ki, kimisi için kahveyi Cebrail'in önerisiyle ilk defa Süleyman peygamber içmiştir, kimisine göre ilk defa Afrika'nın Kızıldeniz kıyılarında yetişen kahve çekirdekleri, savaşçılar için güç verici bir yiyecektir.

"Bol miktarda, iyi bir kahve ruhumu uyandırır, canlılık verir. Harika bir güç ve kararlı bir harekete geçme isteği."  Honore de Balzac

Kahve yetiştiriciliği ilk defa 15. yüzyılda başladı ve Yemen dünyada kahve yetiştiriciliğinde birinci sıraya yerleşti. Yemen'in Mocha Limanı'ndan çıkan kahveler İstanbul ve Kahire limanlarına getirilirdi. Bitkilerin dışarıya çıkarılması yasaktı ancak bu yasak zamanla delindi, Hindistan'da yetiştirilmeye başlandı. Ardından Arap tüccarların Baharat Yolu ile Venedik'e ulaştırdıkları kahve Avrupa'ya açılmış oldu. 17. yüzyılda Avrupa ülkelerinin sömürgeleştirme maksadıyla sıkça ziyaret ettiği Güney Amerika'nın büyük adalarında kahve yetiştiriciliği başladı. Asya'daki büyük kahve tarlalarının bir hastalık yüzünden yok olması nedeniyle günümüzde Brezilya en büyük kahve üreticisi konumuna geldi.

"Ah, kahve ne tatlı, binlerce öpücükten daha tatlı, muscat şarabından daha yumuşak, kahve, kahve, onsuz olamam; eğer bana bir şey ikram edecekseniz ah, o zaman bana kahve veriniz!"  Johann Sebastian Bach

Kahve çekirdekleri, parlak kırmızı meyvenin içindeki tohumdan meydana geliyor. Kahve bitkisi 5 yıl boyunca büyüyor, olgunlaşıyor, toplanmaya hazır hale geliyor. Bir bitkiden yarım kilo kavrulmuş kahve çıkabiliyor. Yeşil kahve çekirdekleri ya doğal haliyle dalında kurumaya bırakılıyor ya da hemen toplanıp suda ıslatıldıktan sonra kurutuluyor. Yeşil kahve çekirdekleri büyük tamburlarda ısıtılmaya başlıyor. İlk patlama sekizinci dakikada gerçekleşiyor. Bu patlamayla çekirdekler ortadan bölünüyor ve bilindik görüntüsünü alıyor. Çekirdekler ilk patlamayla kahverengiye dönüşüyor. İkinci patlama onuncu dakikadan sonra gerçekleşiyor. Kahve çekirdeklerinin kavrulması işleminden sonra soğumaya bırakılıyor.

"Kahve arası veremezsem içimde bazı şeyler ölür..."  Frank Loesser

Gelelim Türk kahvesine... Kanuni Sultan Süleyman döneminde Yemen Valisi Özdemir Paşa, kahveyi saraya getiriyor ve sarayın beğenisine sunuyor. Türklerin kahveyle tanışması bu sayede oluyor. Kahve çekirdekleri Osmanlı'da dibeklerde dövülüyordu. Kurukahveci Mehmet Efendi ilk defa kahveyi dolaplarda kavurup değirmende döverek büyük çaplı üretime geçen kişi olarak bilinir. Türk kahvesi özel hazırlama ve pişirme yöntemiyle hazırlandığı için bu ismi aldı. Türk kahvesi telvesiyle ikram edilen tek kahve türü.

"Kahve cehennem kadar siyah, ölüm kadar güçlü ve sevgi kadar tatlı olmalıdır."  Türk Atasözü

Dünyaca bilinen kahve türlerine kısaca değinelim, aralarındaki farkları gerçekten merak etmişimdir:

Espresso: Çok güçlü bir makineyle ince zemin üzerinde, buharla hazırlanmış kahve çeşidi.
Americano: Sıcak su ile inceltilmiş espresso.
Doppio: Bir fincan içerisinde normal espressonun iki katı kadar su ve kahve barındıran espresso.
Espresso Ristresso: Normal espressodan önce makine yardımıyla kesilerek yapılmış daha sert ve aromatik bir kahve.
Cafe Latte: Taze espressonun üzerine ılık süt eklenerek yapılan, üzerine arzuya göre köpük, çikolata, tarçın konulan bir kahve türü.
Cappucino: Kahvenin üçte ikisi oranında sütle inceltilmiş, makinede köpürtülerek yapılan espresso.
Espresso Macchiato: Sütle inceltilmiş espresso.
Espresso Romano: Biraz limon sıkılmış espresso.
Con Panno: Dövülmüş kremayla yapılan espresso.
Mocha: Espresso, sıcak çikolata, buharda pişmiş süt, tercihe göre biraz krema ve kakaolu bir kahve türü.

"İyi bir kahve, şeytan gibi siyah, cehennem gibi sıcak ve öpücük gibi tatlı olmalı."  Macar Atasözü

Kahve gerçekten benim olmazsa olmazlarımdan. Aslında dünyadaki birçok kişi için de öyle. Normal seyirde tüketimiyle sağlık açısından o kadar çok şeye iyi geliyor ki... En basitinden mesela, nadiren de olsa başım ağrıdığında ağrı kesicilere yan gözle bile bakmam ben, önce kendime bir kahve yaparım. Eğer beni sakinleştiremediyse, acıyı hafifletmediyse, beni uyandıramadıysa, son çare kimyasallara başvururum. Ama bugüne kadar beni hiç yarı yolda bırakmadı. O, hep benim iyi dostum oldu. Bir dost sohbetinin yanında, bir kış gecesinin ortasında, sigaranın yanında, en iyi dostlardan biridir kahve, iyi ki var...

"Yol için bir fincan kahve daha,
 Bir fincan kahve daha, ben gitmeden aşağıdaki vadiye..."
                                                                                Bob Dylan


Kaynak: Tempo Dergisi, Dolce Vita Serisi, Çikolata ve Kahve kitabı

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Haftamı Şenlendirenler





Haftamın Kitabı: Evet, ben hala Salinger'dan vazgeçemedim, okumadığım son kitabı Dokuz Öykü'yü de okuyorum, bitmek üzere, son 2 öyküm kaldı. Aslında bitmesin istiyorum ama her güzel şeyin bir sonu vardır biliyorum, Salinger da çok uzaklara gittiğinden ve artık yazamayacağından, özledikçe 5 kitabını dönüp dolaşıp okurum diye düşünüyorum. Dokuz Öykü de tahmin edersiniz ki, birbirinden bağımsız dokuz öyküden oluşuyor. J. D. Salinger'in öykü karakterleri mutlak bir yerlerden tanıdık geliyor, daha önce bahsedip geçtiği karakterlerin yaşamında kesitler sunuyor bu kitapta.

Haftamın Filmi: Sweet Home Alabama, ne zamandır izlemeyi düşündüğüm bir filmdi, sonunda bu haftasonu izleyebildim. Romantik komedi dalında başarılı bir film olmuş diyebilirim. Filmde, New york'ta moda dünyasında adından sıkça söz ettirmeye başlamış Melanie'nin, valinin oğlu ile evlenmeye karar vermesiyle başlıyor her şey. Tamam, evlenecektir ama önünde büyük bir engel vardır: Alabama'da genç yaşta evlendiği kocası Jack, boşanmayı kabul etmemektedir. Ailesinin yanına zorunlu bir dönüş yapan Melanie, hayatının büyük bir bölümünün geçtiği Alabama'yı yeniden keşfedecek ve hayatının seyrini değiştirecektir. Başrollerinde Reese Witherspoon, Josh Lucas ve Patrick Dempsey'in yer aldığı Sweet Home Alabama'yı tavsiye ederim.

Haftamın Albümü: Ege'nin Suya Düşen Sesler albümünü, radyoda yayın için hazırlarken keşfettim ve bayıldım. Ege'yi, her zaman güzel şarkılar yapmış, sadece müzikle ilgilenen, aklı başında, beyefendi bir sanatçı olarak tanıdık. Ama bu albüm daha bir güzel olmuş sanki. Ege, albümünde yeni şarkılarının yanı sıra, Tanju Okan'ın güzide şarkısı -ki Tanju Okan bunu özellikle istemiş- Hasret'e, Sertab Erener'den dinlemeye bayıldığım Sevdam Ağlıyor'a yer vermiş. Ege ve Akdeniz esintileri taşıyan bu albüme kulak verin derim.

Haftamın Dizisi: Bu kısmı yazarken acaba yerli dizi de yazacak mıyım diye düşünüyordum. Çünkü, ne yalan söyleyeyim artık yerli dizi takip edemez oldum ben, 2-3 saat sıkılıyorum, senaryoların sığlığından, basitliğinden bunalıyorum, birkaç bölümden sonra izlemeyi bırakıyorum. Ama Dürüye'nin Güğümleri, yaz günlerine hızlı bir giriş yaptı, güldürdü, eğlendirdi, komik diyalogları ve zengin oyuncu kadrosuyla izleyiciyi kazandı. Muğla'nın Yerkesik köyünde yaşayan köylülerin maceraları, sevimli Ege şivesi ve oldukça güldüren diyalogları ile Dürüye'nin Güğümleri, yazı atlatıp, kışta da maceralarına devam edecek gibi duruyor.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı