Düşler Ovası Dediler Ki... Parov Stelar - Electro Swing Ondan Sorulur! Banshee - Karanlık Bir Kasaba Hikayesi The Time Traveler's Wife - Zaman Yolcusunun Karısı

19 Şubat 2010 Cuma

Chief Seattle'dan Beyaz Adam'a - Geçmişten Geleceğe Uzanan Mektup



Bugün "Çevre Yönetimi ve Politikası" adlı dersimizin açılışını, Kızılderili Şef Seattle tarafından 1854 yılında Franklin Pierce'e yazılan mektupla yaptık. Şef, topraklarını satın almak isteyen Beyaz Adam'a hislerini ve düşüncelerini açık yüreklilikle anlatmış ve bugüne dek uzanan çevre sorunlarına daha o günlerden ışık tutmuş.

Mektup, bugün bazı kesimler tarafından "Çevre Anayasası" olarak kabul edilse de, dünyanın herhangi bir yerinde bir başkan ya da yönetici tarafından dikkate alınmamış olması, günümüzün acılarının derinliğini yansıtıyor. Beyaz Adam'ın zulmünden doğayı kurtarmak isteyen cesuryürek Şef, son çırpınışlarını mektubuna dökmüş, bu mektup beni derinden etkilemiştir:


"Yüzyıllardır halkımın üzerine merhamet gözyaşları döken şu sonsuz gökyüzü bir gün değişebilir. Bugün açık gözüken gökyüzü yarın bulutlarla kaplanabilir. Sözlerim, asla yer değiştirmeyen yıldızlar gibidir. Şef Seattle her ne söylerse, Washington'daki büyük Şef ona, güneşin ya da mevsimlerin dönüşüne inandığı ölçüde inanabilir. Washington'daki büyük Şef bize dostluk ve iyilik dilekleriyle birlikte bizden topraklarımızı satın almak istediğini bildirmiş. Onun, bizim arkadaşlığımıza çok fazla ihtiyacı olmadığını biliyoruz. Merak ediyoruz ki; gökyüzünü ve toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilir ya da satabilirsiniz? Bunu anlamak bizler için çok güç.

Bir zamanlar insanlarımız bu topraklara tıpkı rüzgarda kıvrımlanan deniz dalgalarının kabuklu kuru yüzeyleri kapladığı gibi yayılmışlardı. Çok uzun zaman geçti ve o büyük kabileler artık hüzünlü bir anı oldu. Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır.

Ormandaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız. Beyazlar için durum böyle değildir. Bir beyaz, öldükten sonra yıldızlar alemine göç ettiği zaman, doğduğu toprakları unutur. Bizim ölülerimiz ise bu toprakları unutmaz. Çünkü kızılderili, gerçek anasının toprak olduğuna inanır.

Washington'daki Büyük Beyaz Reis bizden toprak almak istediğini yazıyor. Bu bizim için büyük bir fedakarlık olur. Büyük Beyaz Reis, bize rahat yaşayacağımız bir yerin ayrılacağını, bize babalık edeceğini, biz kızılderililerin ise onun çocukları olacağımızı söylüyor. Bu önerinizi düşüneceğiz. Ama yine de bunun kolay olmayacağını itiraf ederim. Çünkü bu topraklar bizim için kutsaldır.

Nehirlerin ve ırmakların suyu, bizim için sadece akıp giden su değildir; atalarımızın kanıdır aynı zamanda. Bu toprakları size satarsak, bu suların ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarınıza öğretmeniz gerekecek.

Biz nehirleri ve ırmakları kardeşimiz gibi severiz. Siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize? Biliyorum, beyaz adam bizim gibi düşünmez. Beyazlar için bir parça toprağın diğerinden farkı yoktur. Beyaz adam topraktan istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. Çünkü toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır. Beyaz adam topraktan istedigini alınca başka serüvenlere atılır.

Beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. O'nun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve herşeyi yiyip bitirecektir.


Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz.

Belki bir vahşi olduğum için anlayamıyorum ama, benim ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka. İnsan bir su birikintisinin etrafına toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamın ne değeri olur?

Bir kızılderiliyim ve anlamıyorum. Biz kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgarın sesini ve kokusunu severiz. Çam ormanının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yıkanıp temizlenmiş meltemleri severiz.

Hava önemlidir bizim için. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı koklar. Beyaz adam için bunun da önemi yoktur. Ancak size bu toprakları satacak olursak, havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekir. Çocuklarınıza havanın kutsal olduğunu öğretmeniz gerekir. Hem nasıl kutsal olmasın ki hava? Atalarımız doğdukları gün ilk nefeslerini onun sayesinde almışlardır. Ölmeden önce son nefeslerini de gene bu havadan almazlar mı?

Toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğiz. Eğer önerinizi kabul edecek olursak, bizim de bir koşulumuz var: Beyaz adam bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlılara saygı göstersin.

Ben bir vahşiyim ve başka türlü düşünemiyorum. Yaylalarda cesetleri kokan binlerce buffalo gördüm. Beyaz adam trenle geçerken vurup öldürüyor bu hayvanları sadece eğlenmek için. Dumanlar püskürten bu demir atın bir buffalo'dan daha değerli olduğuna aklım ermiyor. Biz sadece yaşayabilmek için avlardık buffalo'ları.

Bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize. Unutmayın, bugün diğer canlıların başına gelen yarın insanın başına gelir. Çünkü bütün hepsinin arasında bir bağ vardır.

Şu gerçeği iyi biliyoruz: Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki herşey, bir ailenin fertlerini biribirine bağlayan kan gibi, ortaktır ve biribirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır.

Bildiğimiz bir gerçek daha var: Sizin Tanrınız bizimkinden başka bir Tanrı değil. Aynı Tanrının yaratıklarıyız. Beyaz adam bir gün bu gerçeği de anlayacak ve kardeş olduğumuzu farkedecektir. Siz Tanrınızın başka olduğunu düşünmekte serbestsiniz. Ama hepimizi yaratan Tanrı için kızılderili ile beyazın farkı yoktur. Ve kızılderililer gibi Tanrı da toprağa değer verir. Bu toprağa saygısızlık, Tanrının kendisine saygısızlıktır.

Beyaz adamı bu topraklara getiren ve kızılderiliyi boyunduruk altına alma gücünü veren Tanrının adaletini anlayamıyoruz. Tıpkı buffalo'larin öldürülüşü, ormanların yakılışı, toprağın kirletilişini anlamadığımız gibi. Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağlari örten ormanlar yok olmuş, yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı olacak.

Gündüz ve gece bir arada olamaz. Kızılderililer her zaman beyazlardan tıpkı sabah sislerinin güneşten kaçtığı gibi kaçmışlardır. Bütün bunlara rağmen, teklifinizi tartışacağız. Ve umuyorum ki, halkım bunu kabul edecek ve Büyük Beyaz Şef'in vaadettiği üzere beraber barış içinde yaşayacağız.

Böylece Ay birkaç kez daha doğacak, bir kaç kış daha geçecek. Bu geniş topraklara yerleşmiş ve mutluluk içinde yaşamış olan neslimiz, daha önce bizden daha güçlü ve daha umut dolu yaşamış insanlarımızın mezarları başında yas tutacaklar. Ama, niye insanlarımın kaderi için yas tutayım ki? Tıpkı deniz dalgaları gibi kabileler kabileleri, uluslar ulusları takip ediyor. Bu doğanın düzenidir ve teessüf gerekmez. Yok oluşumuz çok uzak olabilir ama kesinlikle bir gün gerçekleşecek; son kızılderili yok olup, kabilemin hatıraları beyazlar için bir tarih olduğunda, bu kıyılar kabilemin görünmez cesedleriyle kaynaşacak. Çocuklarınızın çocukları kendilerini bir dükkanda, bir yolda, boş bir yerde yalnız olarak düşündüğünde aslında yalnız olmayacaklar. Dünyanın hiçbir yerinde tamamen ıssız bir yer yoktur. Geceleri, şehir ve kasabalarınızın caddeleri boşalmış gibi görünse de, aslında, bir zamanlar oralarda yaşamış ve bu güzel toprakları gerçekten seven ruhlarla dolu olacaktır. Beyaz adam asla yalnız kalamayacaktır. Beyaz adamın, benim insanlarıma saygı göstermesini sağlamalısınız, çünkü; Ölüler güçsüz değildir. Ölü mü dedim? ... ! Ölüm diye birşey yoktur ki, sadece dünya değiştirir insan."

Chief Seattle, 1854


Hala bir şeyler yapılabilir bu dünya için diyenler; okuyun, okutturun. Bu Kızılderili ruhunu içinizde hissedin, Beyaz Adam'a dur deyin.

http://www.cevkor.org.tr/
http://www.tema.org.tr/
http://www.tubitak.org/
http://www.greenpeace.org/
http://www.wwf.org/
http://www.earth911.org/
http://www.foe.co.uk/
http://www.epa.gov/

17 Şubat 2010 Çarşamba

Gezi Notları - Tarihi Asansör



İzmir, gezilecek yerler açısından en güzel şehirlerden biridir Türkiye'de. Yakın tarihte yapılmış meydanları, parkları, alışveriş merkezlerinin yanı sıra, tarihi mekanlar açısından da oldukça zengindir. Dik yokuşlu mahallelerinin arasında, önemli yapılarını, müzelerini, kiliselerini, köşklerini saklar. Her sokakta bir sürprizle karşılaşabilirsiniz, "aa, bu da mı varmış burada?" diyebilirsiniz, adını sıkça duyduğunuz bir yer, tesadüfen karşınıza çıkıp size gülümseyebilir.

3,5 yıldan beri İzmir'de, 1,5 yıldan beri de Üçyol'da oturuyorum fakat, Asansör'e gitme fırsatım bir türlü olmamıştı, hatta bir orası kalmıştı diyebilirim. Evime 10 dakikalık bir mesafede olduğunu yeni keşfettim, daha doğrusu babam keşfetti, bu akşam da bir turlayalım diye çıktık, geldik Tarihi Asansör'e.

Tarihi Asansör, 1907 yılında Yahudi iş adamı Nesim Levi tarafından yaptırılmış. İlk başlarda su gücü ve buhar gücüyle çalıştırılan asansör, Mithatpaşa Caddesi ile 40 metre yukarıdaki ( 150 basamak ) Halil Rıfat Paşa Caddesi' ni bağlamakta. Önceleri aşağıdaki işyerine gidip gelmekte oldukça zorlanan Nesim Levi, bir asansör yaptırmaya karar vermiş ve şimdilerde İzmir'in en önemli turistik mekanlarından biri olan Tarihi Asansör, bu şekilde hayat bulmuş.

Asansör, son sahibi tarafından 1977 yılında İzmir Belediyesi'ne bağışlanmış. Önceleri iki asansörden biri elektrikle, diğeri eski sisteminde çalıştırılırken, bağışlandıktan sonra her ikisi de elektrikle çalışmaktadır. 1985 yılında ciddi bir restorasyonla daha güzel bir hal almış, 1993 yılında da bugünkü modern haline daha da yaklaştırılmış. İçerisinde bir kafe ve lüks bir restoran bulunuyor. Kafede akşamları akustik canlı müzik var, romantizm ve sakinlik sevenler için ideal. Fiyatlar öğrenciler için değil yalnız, onu belirtelim, cüzdan doluyken gitmekte fayda var. Restoran ise daha lüks ve pahalı. Flamenko eşliğinde lezzetli bir yemek yemek hoş olabilir, lakin sonrasını da düşünmek lazım.


İzmir'de mutlaka gezilip görülmesi gereken yerlerden biri Asansör. Ayrıca tepeden bir Körfez manzarası için en uygun mekanlardan biri, bütün şehir ayaklarınızın altında. Masmavi bir deniz ve karşı kıyının ışıkları amatör ve profesyonel fotoğrafçılar için harika bir seçim. Her gittiğinizde elinde makineleri, bol bol pozlayan birileriyle karşılaşmanız mümkün. Ayrıca parayla çalışan dürbünler de mevcut, karşı kıyıda neler oluyor diye şöyle bir göz atmak mümkün.


Tarihi Asansör mutlaka gidilip görülmeli; tabi fotoğraf makinesiz gitmeyin, o manzarayı gördükten sonra "ben buraya da geldim" pozu vermezseniz, üzülebilirsiniz.

Yemeğin Salçalısı, Kadının Kalçalısı



Türk kadınının fiziksel özelliklerinden en fazla şikayetçi olduğu yeri kalçasıdır efendim, kalça boyutlarımız göğüs ebatlarını, göbek fazlalıklarını da zorlar. Her türlü açık ara öndedir.Eritmek için fitness salonlarına akın edilir. Bolca bisiklet çevrilir, merdiven çıkılır, koşu bandında efor sarfedilir. Dedikodular artık altın günleri yerine koşu bantlarında yapılmakta, bizzat şahit oldum.

Malum, Jennifer Lopez, dünya starı, tanımayanımız yoktur içimizde. Benim kendisine her zaman bir hayranlığım olmuştur; hem güzel olmayıp dünya güzeli gibi görünebilmesinden tutun, o büyük kalçayla nasıl manken gibi görünebildiğine, nasıl estetik durabildiğine kadar. Hatta o kalçalar bilmem kaç milyon dolara sigortalanmıştı geçtiğimiz yıllarda. O derece önem arz ediyor show dünyasında.

Bir de bizim memlekete bakalım; bayanlarla ilgili magazin haberleri direkt "son dönemlerde aldığı kilolarla dikkat çeken" cümlesiyle başlıyor. Ne kadar garip, değil mi? Kalça biraz çıktı mı, göbek hafif belirdi mi, tamam yandın! Söylediğin şarkıymış, oynadığın filmmiş, yazdığın kitapmış falan, hiçbirinin değeri kalmaz. Her şeyin göz estetiğine odaklandığı dünyada,göze güzel gelmeyen birinin albüm yapma şansı giderek azalıyor, program yapma şansı azalıyor, acı bir gerçek.

Yemek yeme alışkanlıklarımızın da eskiye nazaran büyük ölçüde değişmesiyle, şu fast food olayının tavan yapmasıyla, büyük kalçalı bayanlar, hatta sadece kalçasında problem olan değil, obezite sorunu olan bayanlar da çoğunlukta. Kilo almak, kilo vermekten çok daha kolay ve sancısız olunca, kilo problemi hemen hemen her kadında baş gösteriyor. Türk yemeklerinin de şahaneliği bol salça ve yağından geldiğinden, bu lezzet şöleninin içinde kayıtsız kalmak, yememek ve formda kalmak, çin işkencesi gibi bir şey.

Şimdi durum böyle olunca, e ben de bu durumdan muzdarip olunca, öyle giyinip süslenip aynanın karşısında kendimi süzüp önce memnuniyetsiz bakışlar fırlatıyorum. Yaz geliyor, ne zaman salona başlasam? ın hesaplarını yapmaya başlıyorum. Sonra da J.Lo geliyor aklıma, rahatlıyorum. Bu hatun, bu kalçalarla dünya starı olduysa, ben bu kalçaları biraz şekillendirirsem, Türkiye starı olurum deyip, ferahlıyorum. Olurum değil mi?

8 Şubat 2010 Pazartesi

The Time Traveler's Wife (Zaman Yolcusunun Karısı)



Bir kadın düşünün ki, gelecekten gelen ve belirsiz zamanlarda geri dönen bir adama aşık olsun. Bir adam düşünün ki, hiç anı yaşayamasın, geçmiş ve gelecek arasında zaman yolculuğu yapsın. O kadını düşünün ki, 6 yaşında zaman yolcusuyla karşılaşsın, ömrü boyunca beklesin, sonra kavuşsun ve bambaşka bir hayata, hikayelere dahil olsun. O adamı düşünün ki, ama en basitinden düşünün, zaman yolcusu olsun.

İşte böyle büyülü, garip bir film The Time Traveler's Wife. İçinde aşkın olmadığı bir an yok filmin. Ama aşk, gerçekten "aşk" gibi anlatılmış; sanki siz aşık olmuş gibi hissediyorsunuz. Aşk uğruna nelerden vazgeçilebileceğine ya da nelere dayanılabileceğine şahit oluyorsunuz.

Film, Audrey Niffenegger 'in aynı adlı romanından uyarlanmış. Başrolde Eric Bana ve Rachel McAdams var ve harikalar. Eric Bana'yı Troy, Hulk, Munich, The Other Boleyn Girl, Star Trek gibi önemli yapımlardan tanıyoruz. Bu filmde de, rolünün hakkını veriyor, yine içimizi eritiyor. Rachel McAdams, yine tüm şirinliği ve güzelliğiyle karşımızda. The Notebook 'ta çok sevmiştim oyunculuğunu, "zaman yolcusunun karısı" olarak hayranlığım daha da arttı ona.



Filmin başrol oyuncularını bir kenara bırakacak olursak, kesinlikle küçük oyunculardan bahsetmeliyiz. Rachel McAdams'ın küçüklüğünü oynayan Brooklynn Proulx ve çiftimizin kızını oynayan sevimli kardeşler Tatum Mccann ve Hailey Mccann muhteşemler. Yanımda olsalar, sarılmaktan nefesini kesebilirim bu sevimli yaratıkların. Oyunculukları konusuna gelince, kesinlikle içlerine yaşça çok çok büyük bir insan kaçmış diyebilirim, öyle yetenekliler ki, şaşırıyor insan. Ekranda gülümsemelerine hayran kaldım, gözümün önünden gitmiyor, sahi o nasıl bir gülüş öyle?

İnsanı fena halde çarpan bir film. Hatta yamultan demeliyim, sanırım biraz yamulmuş olabilirim. İzleyin, izlettirin.


Mutluluğun Resmini Mi Çizersin, Fotoğrafını Mı Çekersin?

"Bana mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin? " demiş Nazım Hikmet, Abidin Dino'ya sohbetlerinden birinde. Abidin Dino, buna karşılık şu satırları karalamış:

Kokusu buram buram tüten
Limanda simit satan çocuklar
Martıların telaşı bambaşka
İşçiler gözler yolunu.
İnebilseydin o vapurdan
Ayağında Varnanın tozu
Yüreğinde ince bir sızı.
Mavi gözlerinde yanıp tutuşan
hasretle kucaklayabilseydim
seninle, bir daha.
Davullar çalsa, zurnalar söyleseydi
Bağrımıza bassaydık seni Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini
Başında delikanlı şapkan,
kolların sıvalı, kavgaya hazır
Bahriyeli adımlarla düşüp yola
Gidebilseydik Meserret Kahvesine,
İlk karşılaştığımız yere
Ve bir acı kahvemi içseydin.
Anlatsaydık
o günlerden, geçmişten, gelecekten,
Ne günler biterdi,
Ne geceler...
Dinerdi tüm acılar seninle
Bir düş olurdu ayrılığımız,
anılarda kalan.
Ve dolaşsaydık Türkiye'yi
bir baştan bir başa.
Yattığımız yerler müze olmuş,
Sürgün şehirler cennet.

İşte o zaman Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini
Buna da ne tual yeterdi;
ne boya...


Resmini çizmemiş Abidin Dino mutluluğun; ya da belki tüm resimlerinde mutluluğu anlatmıştır bize gizliden. Belki de resim çizmek başlı başına bir mutluluktur, kim bilir. İnsanın kendi eliyle bir şey yaratması ve dünyaya sunabilmesinin adı mutluluktur.

Peki biz ne yapıyoruz mutluluk için? Nasıl tarif ediyoruz onu? Resmini mi çiziyoruz, fotoğrafını mı çekiyoruz yoksa? Teknolojik çağın nimetlerine kapıldık gidiyoruz, resimmiş, sanatmış, hak getire. Cep telefonlarımız, dijital fotoğraf makinelerimiz elimizde, bol bol poz veriyoruz kadraja. Belki sahiden kahkaha atıyoruz, mutluyuz, gülüyoruz. Belki de güzel çıkmak, mutlu görünmek için birilerine, yalandan gülümsüyoruz. Biz mutluluğu fotoğraflıyoruz artık, ele güne nispet olsun diye.

Arkadaşlık siteleri, video paylaşım siteleri, profillerimiz, her şeyimiz sanal dünyada kayıtlı artık. Fotoğraflarla yaşıyoruz orada. Başka yaşantımız daha var, başkalarının izlediği. Bazen mutluluğu, bazen hüznü fotoğraflıyor, o "diğer" yaşantımıza ekliyoruz. Beğenilmek, takdir edilmek, takip edilmek istiyoruz, hoşumuza gidiyor.

Ya gülen insanlar görüyorum ben o profillerde ya da ağlayan. Arası yok sanki, insanlar aşktan gülüyor ya da ağlıyor; sanki dünyada ondan başka bir şey yokmuş gibi... Duygularını mimiklerle değil, piksellerle anlatmak istiyorlar. N'oluyoruz yahu? Neler oluyor bize? Bu kadar mıdır her şey, bitti mi yani? "Çok mutsuzum ben, tamam." Herkes bilsin diye, ilan ediveriyoruz mutsuzluğumuzu hemen. Bilsin de, mutlu etsin diye birileri. Bazı filmlerde eleştirilen 'mesaj verme kaygısı' içimize işlemiş adeta. Cep telefonlarından çok şükür uzaklaştık derken, daha fena bir şeye yakalandık.

Bazen durup dışarıdan bakıyorum kendime, yani profillerime. İnsanlara sunduğum profilin aslını merak ediyorum. Ben gerçekten o fotoğraflardaki mutlu kişi miyim? Kendim olabiliyor muyum ki? Ne yapıyorum ben?

Ben, hala ben olmaya çalışıyorum. Mutluluğu her gün tarif etmeye çalışıyorum. Bak, bu mutluluktur diyorum kendime, bir şeylere şükrediyorum her gün, başka insan hayatlarını izledikçe. Sadece kötüsü ile değil, iyisi ile de karşılaştırınca da, aynı fikre varıyorum.

Mutluluğun resmini çizmek elimizde. Ne öyle büyük mevkilerle, ne de büyük meblağlarla. Yaratmak, mutluluğu sunmak hiç de zor değil aslında, bunu keşfettim.

Bu vıcık vıcık bir mutluluk yazısı değildir; zaten ben de "çok mutluyum ben lay lay lay! " diye ortalarda gezinmiyorum. Bu yazı, küçük aptallara ithaf edilmiştir; gözünü açıp da önündekini görmeyip, küçük sandığı büyük şeylerle yetinemeyen küçük aptallara. Aptal olmayın, çizin mutluluğun resmini, içinize bir ressam kaçmışçasına.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı