Düşler Ovası Dediler Ki... Parov Stelar - Electro Swing Ondan Sorulur! Banshee - Karanlık Bir Kasaba Hikayesi The Time Traveler's Wife - Zaman Yolcusunun Karısı

18 Haziran 2012 Pazartesi

Big Miracle - Büyük Mucize

Gerçek bir balina kurtarma hikayesinden esinlenilmiş şahane bir film Büyük Mucize. 1988 yılında Alaska'nın Barrow kasabası kıyılarına, California'ya göç etmek için yola çıkan 3 California gri balinası uğruyor ve yollarını kaybedip buzulların altında sıkışıyorlar. Tesadüfen bölgede çalışan muhabirlerce fark edilen balina ailesi, buzullardan açık denize çıkmak zorundalar; çünkü yüzeye çıkıp nefes alamadıkları sürece ölmeye mahkumlar. Küçücük bir boşluktan nefes almaya çalışan balina ailesi için önce Greenpeace üyesi Cindy Lowry koşuyor bölgeye. Muhabirler de haber yaparak, önce Amerika'ya, sonra tüm dünyaya seslerini duyuruyorlar. Bölgede balina avcılığı ile yaşamını sürdüren eskimolar bu drama kayıtsız kalamıyor ve onlar da kendi imkanlarıyla balinaları yaşatmak için seferber oluyorlar. Beyaz Saray ve bölgede petrol araması yapan petrol şirketi de devreye girince tüm dünya bu mucizevi çabayı izliyor o yıllarda.

Bu mucizevi hikayeyi Ken Kwapis beyaz perdeye aktarıyor. Başrollerde Drew Barrymore, John Krasinski, Kristen Bell gibi isimler var. Film 2012'de vizyona girdi, öyle pek ses de getirmedi ama gerçekten izlemeye değer; hele ki hayvanlar konusunda hassassanız. Hikayenin aslına sadık kalarak çekilmiş bu film, aslında bizlere çok önemli şeyleri anlatıyor: dünyada yalnızca insanların olmadığını, en az bizim kadar diğer canlıların da yaşamaya hakkı olduğunu, değerli olduklarını...




Olayla ilgili resimler: http://www.adn.com/2010/06/11/1319116/trapped-whales-in-barrow-1988.html#id=1319123&view=large_view

Greenpeace'in gözünden olayın ve filmin hikayesi: http://www.greenpeace.org/usa/en/campaigns/oceans/whale-defenders/Operation-Breakthrough-The-story-behind-Big-Miracle/

11 Haziran 2012 Pazartesi

Dediler Ki...

''Hatırlamak, hele ki üzerinden çok yıllar geçmiş yaşanmışlıkları hatırlamak.. Kimisi net kimisi flu, bir dolu çehre, bir dolu mekan, her türden eşya ve olay geçer gözlerimizin önünden; zaman algısı parçalanır, farklı zamanlardaki anılar tek bir kareye üst üste yığılıverirler. Hangisi önce hangisi sonra ya da hangisi önemli hangisi önemsiz kestiremezsiniz. Seçme yapma şansınız yoktur, hatıralarınızı siz çağırmazsınız, birer davetsiz misafir gibi belleğin derinlerinden çıkıp gelen, kendilerini ısrarla hatırlatan onlardır.''   Gabriel Garcia Marquez - Yüzyıllık Yalnızlık, 1967

"Kimi insanların başkalarıyla arası bozuktur, kendileriyle arası bozuktur, yaşamla arası bozuktur. Bu kişiler tiyatro oynar ve oynadıkları oyunun metnini, yoksun bırakıldıkları şeye göre yazarlar."   Paulo Coelho - Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum, Ağladım, 1994

"'Terk etmek' bana büyük bir söz geliyor. Ben, benden öncekinden kalan boşluğu, benden sonrakine bıraktım: Sana bıraktım. Sen gidersen yerine bir başkası gelecektir. Çünkü yalnız yaşayamaz o."   Buket Uzuner - Ayın En Çıplak Günü, 1986

"Sonradan görme insanlar maymunlara benzerler. Onlarda bir maymun becerikliliği vardır. Bakarsınız yukarılara tırmanıyorlar, tırmanma sırasındaki çevikliklerine hayran olursunuz, ama tepeye ulaştıkları zaman artık yalnız ayıp yerleri görünmeye başlar."   Honore De Balzac - Vadideki Zambak, 1835

8 Haziran 2012 Cuma

Gezi Notları - Ada Sahillerinde Bekliyorum

Havalar güzel, insanın canı bir yerlere gitmek istiyor, değişik bir yerlere. Çarşılar, kafeler artık çok sıkıcı, sıradan. Beton yığınlarının arasından kaçıp doğaya yaklaşmak istiyor insan. Bazı kaçışlar için büyük planlar yapmaya gerek yok, bir anlık kaçışlar da şahane bir güne dönüşebiliyor. "Günübirlik" günü güzel yapıyor.

Adalar'a gitmek ne zamandır aklımdaydı. Sonunda bir fırsat çıktı, düştüm yola. Sabah 9 civarı Eminönü'nde iskeleden atladık tekneye. Haliç'i yara yara Boğaz'a çıktık, havada sabah serinliği var, yüzüne yüzüne vuruyor insanın. Müzikli, eğlenceli bir yolculukla Boğaz'ı geçtik. Mis gibi çaylar içildi, poğaçalar, börekler, kurabiyeler yendi. Sohbet arasında bir ara sesler yükseldi. Denize bakınca tekneyle yarışan yunusları gördük. Uzun zamandır Yunuslara Özgürlük Platformu'nun "Boğaz'da Yunus Gözlemi" videolarını izleyip hayıflanıyordum. Hiç beklemediğim bir anda karşılaşınca öyle mutlu oldum ki, sevinçten dolayı havaya uçmuş olabilirim. Yok ya, dalgadandır o! Yunusların özgürce yüzdüğünü seyretmek çok güzeldi. Keşke hepsi böyle özgür kalsa...

Yunusları geride bıraktık, Boğaz'ı aşıp açık denize çıktık, adalara da yaklaşmaya başladık iyice. Kınalıada'yı es geçtik, Heybeliada'ya doğru seyrettik. Adaya yaklaşırken yunuslar bir daha çıktı karşımıza. Hoplaya zıplaya geçtiler yanımızdan, yine bende kocaman bir gülümseme. 2 saatlik bir deniz yolculuğunun ardından Heybeliada'nın iskelesine yanaştık, atladık karaya. Yol yordam bilmeyince "şuradan gidelim" içgüdüsüyle daldık sokaklara. Çarşısı küçük, birkaç yere bakınıp geçtik, Deniz Lisesi'nde sona eriyor zaten, oradan tek yol var, yemek yemeye de daha vakit varken, Ada'nın üst taraflarına çıkalım dedik, ahşap evlere bakına bakına ara sokaklarda gezindik. Heybeliada'nın hemen hemen her sokağında erik ağacı vardı, dalmalık. Hal böyle olunca ekşi eriklere daldık. Bizim şehirde yediklerimizden daha lezzetliydi sanki, ya da bana öyle gelmiş olabilir. Yok yok, kesinlikle daha lezzetliydi. Mutlaka siz de dalın gidince. Üst taraflarda bir sürü sahipsiz ağaç var, kovalanma riski de yok. Adanın en tepesinde şu an faaliyette olmayan Rum Ortodoks Ruhban Okulu var, ancak oraya çıkmamız mümkün olmadığından yalnızca denizden bakmakla yetinmiş olduk.

Yemek vakti gelince, turla gittiğimizden dolayı önceden ayarlanmış olan tesislere gittik. Ada'ya gelince balıktan başka bir şey yenmez tabii ki. Taze çupralar bol salatayla geldi önümüze. Son zamanlarda yediğim en lezzetli balıklardan biriydi, bak şimdi ağzım sulandı yine. Deniz olan memleketlere gidince mutlaka deniz ürünü yemek lazım, bir kez daha emin olmuş oldum. Herhangi bir yerde yediklerimize asla benzemiyor. Heybeliada'nın son tavsiyesi de balık olsun; tekneye binelim şimdi, sırada Büyükada var...

Tekneyle kısa bir süre içinde Büyükada'ya vardık. İnince iskelede Ada'nın simgesi faytonlarla karşılaştık. İskelenin hemen yanında atların durduğu bir yer var; haliyle kötü bir koku karşıladı bizi. Son dönemlerde faytonların kaldırılması ile ilgili tartışmaların sebebini de anlamış oldum; gerçekten son derece ağır bir kokuydu. Neyse, kokuyu geçelim, güzelliklerden bahsedelim. Önce biraz sahil boyunca yürüdük, incik boncuk satılan yerlere baktık, birkaç bir şey aldıktan sonra sahilden devam ettik. Fenerbahçeli Lefter Sokağı'ndan içeri girdik. Çarşıda kısa bir tur attık. Ada hafta içi olmasına rağmen epey kalabalıktı. Çok fazla turist vardı; özellikle Arap turistler çoğunluktaydı.

Adanın en yüksek tepesinde Aya Yorgi Kilisesi ve Aya Yorgi Manastırı var. Oraya ulaşmak biraz güç ve sabır istiyor. Faytonlarla yukarı belirli bir yere kadar çıkabiliyorsunuz. Ondan sonrası taban gücünüze kalmış. Tepeye çıkan taşlı ve dik bir yol var. Ormanın içinden yukarı doğru çıkıyorsunuz. Yürüyüş en az bir yarım saat sürüyor, baştan söyleyeyim. Benimki en az bir 45 dakika sürdü. Günün en sıcak saatiydi ve sabahtan beri gezdiğim için belirli bir yorgunluk da vardı haliyle. Çıkmak için gözü kara olmak gerekiyor; benimki bir an için kararmıştı sanırım; şimdi düşünüyorum da, çok yordu yol. Ama gezmeye gelmişken mutlaka önemli yerleri görmek lazım; öyle de yaptık.

Aya Yorgi Manastırı kayıtlara göre 1751 yılında inşa edilmiş, daha sonra 1905 yılında da kilise inşa edilmiş. Kilise çanının da olduğu kapıdan manastırın bahçesine giriyorsunuz. İçerisi karanlık, mistik bir havası var. Mum yakıp, kağıtlara dilek yazıp kilisenin içindeki dilek kutularına atıyorsunuz. Kilisenin duvarlarına İncil'den alıntılar asılmış. Kasvetli renklerin hakim olduğu kilisenin tavanlarında ve duvarlarında azizlerin resimleri işlenmiş, büyük ve süslü avizeler içerisini aydınlatıyor. Perde ve duvarla kapatılmış bölümün arkasında aralıksız ilahiler söyleniyor. Gerçekten etkileyici anlardı. Tepeden çevredeki adaların ve İstanbul'un görüntüsü gerçekten muhteşem. Onca yolu tırmanmaya değecek manzara bekliyor yukarıda sizi; bunun için bile değer...

Çıkmak uzun sürse de, inmek yaklaşık 10-15 dakika sürüyor. Faytonla aşağı inmek ise bir 15 dakikanızı daha alıyor. Fayton konusunda ufak bir uyarı yapayım; faytonlara 30 liradan fazla para vermeyin. Bazıları uyanıklık yapıp yüksek fiyat söylüyor, bizzat şahit oldum. Pazarlıkla 20 liraya bile inebiliyorlar, benden söylemesi. İnerken denk geldiğimiz faytoncu etrafı, köşkleri tanıtarak güzel bir yolculuk yaptırdı. "Burada Dudaktan Kalbe çekildi, burada Fatmagül'ün son bölümlerini çekiyorlar, burada Çalıkuşu çekildi" diye anlata anlata indik aşağıya. Anladım ki, Büyükada adeta dizi/film seti olmuş. Olmasa şaşarım zaten, böyle güzel sokaklar, böyle güzel ve görkemli köşklerin olduğu bir yerleşim yeri Türkiye'de sayılı bulunan yerlerden; kıymeti kesinlikle bilinmeli, tadını bozmadan değerlendirmeli.

Büyükada deyince, Lefter'den bahsetmemek olmaz. İsmi Ada'nın sokaklarında, resimleri müzelerde, sokaklarda. Hatırası her yerde Lefter'in, ada halkı onu rahmetle anıyor, özlüyor. Faytonla yanından geçtim, usulca selam verdim, vedalaştım. Huzur içinde uyusun Ordinaryüs...

Bol deniz kokulu, yeşillikli, oksijenli bir gezi oldu. Sonra yine atladık tekneye, istikamet İstanbul'du. Günübirlik geziler için pek âlâ bir seçim Adalar. Hepsine gitmek için gün yeterli olmasa da, birkaçını ziyaret etmek zor değil. Sürekli seferler var, takip etmek ve karar verip yola çıkmak yeterli. Günün yorgunluğu çabuk geçiyor ve size yaşanmış güzel bir hatıra, aklınıza kazınmış güzel manzaralar kalıyor...




LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı